Damaseverlere Merhaba
  Evrim5
 

 


 


 
 
saroz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Kıdemli Üye
TD.Kolektifi üyesi
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 29 Jun 2009
Bulunduğu yer: İstanbul
Mesajlar: 2.154
Standart Ölümsüz Canlı Bulundu.




Ölümsüzlük fikrini bir çok kişi mantıksız ya da inanılmaz bulsada,insanları heycanlandırmaya her zaman yeterli bir fikirdir. Yıllardır süren ölümsüzlük çalışmalarında çok yol katedilememişti. Taa ki deniz analarının ölümsüz olduğu anlaşılana kadar. Turritopsis Nutricula adı verilen
deniz anası türünün ölümsüz olduğu anlaşıldı.

Turritopsis Nutricula' nın yaşlandıktan sonra genetik yapısını kendi kendine değiştirerek çocukluğuna döndüğünü ve bunu sürekli tekrarlayarak ömür kavramını kendisi için ortadan kaldırdığı anlaşıldı. Sadece öldürülmeleri durumunda ölen bu canlılar öldürülmedikleri sürece sonsuza kadar yaşacaklar.
Smithsonian Tropik Araştırmalar Enstitüsü (Panama)' nde yürütlen araştırmalarda genetik yapısını yenilemesi için seks yapması gerektiği açıklanan Turritopsis Nutricula' lar seksle sonsuza kadar yaşabilme şansına sahip tek
canlı türü.


Biliminsanları bu yenilenmeyi çözmek için kolları sıvadılar bile. Bakalım İnsan da ölümsüz olabilecekmi? Bu canlının ölümsüzlük sırrı insana uygulanabilirse, böylece diğer galaksilere yayılabilir evrene dağılabiliriz. Güneş ve dünyanın ömrü sınırlı ama insan türü sonsuza kadar evrende yaşamını sürdürebilir.

Ne dersiniz?
__________________
Kendisinin Efendisi Olmayan Hiç Kimse Özgür Değildir.
Epiktetos


Kök hücreden 'insan yumurtası' üretildi

Birçok hastalığın tedavi için yıllardır yürütülen ''kök hücre'' çalışmaları, yumurtalık sorunlarına bağlı kısırlıkta da hastalar için umut ışığı oldu.




ntvmsnbc ve Ajanslar
Güncelleme: 10:55 TSİ 13 Nisan. 2011 Çarşamba
ABD'de Harvard Üniversitesi'nden Profesör Dr. Jonathon Tilly ve ekibi tarafından dünya tarihinde ilk kez kök hücreden insan yumurtası üretildi. Çalışmaya ilişkin tüm detaylar, TARTEN'de açıklanacak.
Prof. Dr. Tilly ve New York Medical College Kısırlık Tedavisi ve Üreme Merkezi Başkanı Prof. Dr. Kutluk Oktay ile birlikte, yakında klinik araştırma aşamasına başlanacak.
Prof. Dr. Oktay, bir yıl düzenli cinsel ilişki sonrasında çocuk sahibi olamama durumunun ''kısırlık'' olarak tanımlandığını söyledi. Kısırlığın hem kadından ham da erkekten kaynaklanan sorunlara bağlı ortaya çıkabildiğini ifade eden Oktay, tüplerde tıkanıklık, yumurtlama sorunları, düşük rezerv, rahimde problemler, endometriosis, bilinmeyen ya da yaşlanmaya bağlı nedenlerin kısırlığa yol açabildiğini anlattı.
Kısırlık tedavisi için yıllardır çok çeşitli bilimsel çalışmaların yürütüldüğünü dile getiren Oktay, kök hücre çalışmaları ile sorunun ortadan kaldırılmaya çalışıldığını söyledi. 
Oktay, yumurta rezervi olmayan ya da yumurtalıkları alınmış kadınlar için kök hücre ile yumurta elde edilmesine yönelik çalışmaların hayvanlarda 3-4 yıldan fazla süredir yapıldığını ve son bir yıl içinde de insan dokusunda çalışmaların yürütüldüğünü kaydetti.
ABD'de Harvard Üniversitesi'nden Prof. Dr. Jonathon Tilly ve ekibi tarafından dünyada ilk defa kök hücreden insan yumurtası üretimi yapıldığını belirten Oktay, ''Bunu, orta vadede, 'kısırlık sorunu olanlara müjde' şeklinde yorumlayabiliriz. Tabii ki bu, klinik çalışmalarda çıkacak sonuçlara bağlı'' diye konuştu.
''KLİNİK ÇALIŞMALAR BAŞLAMAK ÜZERE''
Oktay, araştırmanın laboratuvar kısmının Prof. Dr. John Tilly tarafından Harvard Üniversitesi'nde yönetildiğini, klinik kısmının ise kendisi tarafından yapıldığını söyledi.
Tilly ile birlikte araştırmanın tüm aşamalarından birlikte çalıştıklarını dile getiren Oktay, kök hücreden insan yumurtası üretilmesine ilişkin klinik çalışmaların yakında başlayacağını ifade etti.
Oktay, ilk aşamada, denemelerin yumurta rezervi ve veya kalitesi düşük genç hastalara yapılacağını belirterek, ''Uygulama, şu anda 35 yaşın altında erken menopoza girmiş vakalarla; erken menopoza girmiş vakalarda yaşı 45'in altında yumurta üretebilen, fakat kalite düşüklüğüne bağlı gebelik elde edilemeyenlere gerçekleştirilecek'' diye konuştu.
Oktay, uygulamanın, ''35 yaşın üstünde menopoza girmiş, genelde 45 yaşın üstünde her iki yumurtalığı çıkarılmış hastalarda çalışma kriterlerinin sağlanamayacağına'' dikkati çekti.
''UZUN VADELİ RİSKLERİN NE OLDUĞU HENÜZ BİLİNMİYOR''
Yöntemin klinik çalışmalarından başarılı sonuçlar elde edilmesiyle birçok kişinin çocuk sahibi olabileceğini müjdeleyen Oktay, ''Eğer yöntem klinik olarak verimli olursa, bugüne kadar çare yok denilen düşük rezerv ve erken menopoza çözüm olacak'' dedi.
Oktay, yeni yaklaşımın özel araştırma protokolleri altında özenle yapılması gerektiğini dile getirerek, uzun vadeli risklerin ne olduğunun henüz bilinmediğinin de dikkate alınması gerektiğini vurguladı.
KÖK HÜCREDEN İNSAN YUMURTASI NASIL ELDE EDİLİYOR?
Oktay, kök hücreden insan yumurtası elde edilmesindeki aşamaları şöyle anlattı: ''İlk olarak laparoskopik ya da robotik cerrahi ile yumurtadan parçalar alınıyor. Laboratuvarda alınan dokudan kök hücreler izole ediliyor ve kültür ortamında çoğaltılıyor.
Bu aşamadan sonra, söz konusu araştırma kapsamında, şu an ayrıntıları açıklanamayacak bir takım özel yöntemler uygulanıyor. Araştırma, tedavi amaçlı klinik araştırmalarda kullanılıyor.
ARAŞTIRMANIN DETAYLARI TARTEN'DE AÇIKLANACAK
Araştırmanın, tüm detayları, dünyada üreme tıbbıyla ilgili uzmanları biraya getiren ''Trans Atlantic Reproductive Technologies Network (TARTEN)''de açıklanacak.
TARTEN Türkiye Başkanı Prof. Dr. Volkan Baltacı da araştırmanın üreme tıbbı tarihinde çok önemli bir adım olduğunu belirtti. Araştırma ile kısırlık tedavisinde çok önemli bir adım atılacağını ifade eden Baltacı, klinik çalışmalarının sonuçlarını da merak içinde beklediklerini söyledi.
TARTEN 2011 Kongre Genel Sekreteri Doç. Dr. Murat Sönmezer de araştırmanın tüm aşamalarının İstanbul'da 14-17 Nisan'da yapılacak ''Uluslararası TARTEN 2011 Kongresi''nde açıklanacak olmasının heyecanını duyduklarını söyledi.



31.10.2008 17:09:10

Papa: "Evrim, yaradılışla çelişmiyor"



http://www.agnostik.org/13033-sadece-uc-nesilde-evrim.htm
Sadece üç nesilde evrim
Okyanusta yaşayan bir iskorpit türü, sadece 3 nesil boyunca iklim değişikliklerine uyum sağlamış.
İngiliz "Proceedings of the Royal Society B" dergisinde yer alan bir araştırma, bir balık türünün diğer türlere nazaran iklim değişikliğine daha çabuk uyum sağlayabildiğini ortaya koydu.
Sadece üç nesilde evrim
bu makaleyi oylayın
   
Araştırmayı yöneten genetikçi Rowan Barrett, "Yaptığımız deneyler sırasında, okyanusta yakaladığımız iskorpitlerin üç nesilde ciddi iklim değişikliğine çok çabuk uyum sağladığını tespit ettik" diye konuştu.

Diğer türlerde bu kadar hızlı bir evrime rastlamadıklarını belirten Barret, "Araştırmamız bazı türlerin çok çabuk iklim değişikliğine uyum sağlayabildiğini gösteren ilk araştırmadır" dedi.

Barret'e göre, deney sırasında, Kanadalı ve Avrupalı bilimadamları iskorpitleri sıcaklığını kademe kademe düşürdükleri su dolu havuza bıraktılar.


Üç yıl iskorpitleri izlediklerini kaydeden Barret, her nesil iskorpitin değişen su sıcaklığına uyum sağladığını bildirdi.

"Yalnız, bu uyum sağlayabilme yetisi bizi yanıltmamalı" diye konuşan Barret, "Çünkü, deney boyunca iskorpitlerin yüzde 95'i üç yıl içinde öldü ve sadece yüzde 5'i soğuğa karşı dayanıklılık geliştirip hayata kalmayı başarabildi" dedi.

Barret, "Bu durum gösteriyor ki, hızlı bir evrim olumsuz sonuçlara da yol açabilir, bütün bir türü dayanıksız hale getirebilir" diye konuştu. Barret, bu araştırmaların sonucu bazı türlerin diğer türlere nazaran çabuk evrimleşip, iklim değişikliğine uyum sağlayabildiğini gösterdiğini kaydetti.

Soğuk iklime dayanıklığın yanı sıra sıcak iklime dayanıklığın da araştırılması gerektiğinin altını çizen Barret, gelecek on yıl içinde dünyada hava sıcaklığının birkaç derece artacağını ve aşırı sıcak ve soğuk hava dalgalarının birbirini izleyeceğini belirtti.

Başka türlerin de iklim değişikliğine olan uyumlarının araştırılması gerektiğini belirten Barret, "Böylece insanın nasıl dayanacağı konusunda da bir fikir edinebiliriz" diye konuştu.


Bir milyar yaşındaki yaşam formu bulundu!

Posted on 14/04/2011 by Kozmopolit Aydınlar

 
Rate This

Araştırmacılar evrimin en önemli anahtarını bulduklarını düşünüyorlar.
Bir milyar yaşındaki yaşam formu bulundu!
İskoçya’da bulunan ve bir milyar yaşında olduğu düşünülen yaşam formunun fosili, evrimin en önemli anahtarı olabilir.
Araştırmacılar, Torridon Gölü’nün civarındaki kayalarda buldukları iyi korunmuş organizma kalıntılarının, bir milyar yıl önce gölün dibinde yaşadıklarını açıkladılar.
Bu organizmaların, tek hücreli bakteriden, daha karmaşık hücre yapılarına, fotosentez ve üreme işlevlerine sahip hücrelere sahip canlılara dönüşüm sürecinin anahtarı olduğu düşünülüyor.
Oxford Üniversitesi’nden Profesör Martin Brasier, “Bu fosiller, göllerde yaşayan karmaşık hücreli canlıların bir milyar yıl önce ortaya çıktıklarını gösteriyor, düşünülenden çok daha önce” diyor.
Fosillerde bulunan canlılar, bakteriyel atalarının aksine çekirdek içeren ve fotosentezi mümkün kılan yapıda oldukları ortaya çıktı. Ayrıca evrim sürecini hızlandıran üreme sürecinin de bu canlılarda bulunduğu belirlendi.
Uzmanlar bu canlıların yeşil su yosunlarına ve bitkilere evrimleştiklerini söylüyorlar.
Kaynak:


Testis dışında sperm üretildi!

 

Bilim adamları ilk defa testis dışında sperm üretmeyi başardı. Eğer bu teknik insanlarda da uygulanabilirse erkeklerde kısırlığa yepyeni ve etkili bir çözüm getirilmiş olacak.

18:08 | 29 Mart 2011

Japonya Yokohama Üniversitesi’nden Takuya Sato ve ekibi henüz sperm üretmeye başlamamış yeni doğan farelerin testislerinden tohum hücreleri çıkarttı. Bu hücreleri fetal bovin sıvısı ve testesteron gibi hormonlar ve agaroz jeli benzeri besleyici kimyasallar içerisine yerleştirdiler. Bilim adamları fareleri öncesinde bir işlemden geçirdi ve bu sayede sadece tamamen gelişmiş bir spermdeki protein florasan yeşiline dönecekti. Yaklaşık bir ay sonrasında ekibin hazırladığı örneklerin yarısında yeşil parlayan proteinler tespit edildi.
Ardından Sato ve ekibi dişi farelerden topladıkları yumurtalarla spermleri birleştirdi ve embriyo yaratmayı başardı. Bu embriyolar dişi farelerin vücutlarına yerleştirildiğinde
sağlıklı yavrular dünya getirebildiler. Doğan yavrular da çiftleşme ve yavrulama gibi özelliklere sahipti.

Ekip aynı zamanda testis dokusunun hiç zarar görmeden dondurulup çözülebildiğini de kaydetti.

Chicago Northwestern Üniversitesi’nden hücre biyologu Erwin Goldberg, “ İnsan bunun için yıllardır uğraşıyordu ancak pek çok kez doğru sonuçlara ulaşamamışlardı. Bu ekibin başarılı olmasında anahtar rol oynayan kesinlikle sabırdı. Laboratuar ortamında testis hücrelerinin canlı kalmasını sağlayacak ortamı yaratana kadar kimyasalları karıştırmaya devam ettiler ve asla vazgeçmediler,” dedi.


Önceki araştırmalarda buna benzer sonuçlar elde edilebilmiş ancak tam başarı sağlanamamıştı. 2006 yılında İngiltere Newcastle Üniversitesi’nden Karim Nayernia fare embriyolarındaki
kök hücreleri sperm hücrelerine dönüştürmeyi başarmış ancak doğan yavrular hemen ölmüştü.

Eğer araştırmacılar kısır bir erkeğin tohum hücrelerini sperm hücrelerine dönüştürmeyi başarabilirse kısırlığa da çözüm bulunacakmış gibi görünüyor. Ayrıca sorunun köküne inip gerekli tedavilerle kişinin üretkenliği de sağlanabilecek.


 

Eşcinsellik geni bulundu

 
ANKARA AA

Amerika'da yapılan bir araştırmanın sonucunda, meyve sineklerinde eşcinsel davranışa yol açan bir gen bulundu.
Amerikan basınında yer alan habere göre, Chicago'daki Illinois Üniversitesi'nden biyolog David Featherstone, bu küçük sineklerde eşcinsel davranışa neden olan bir geni keşfettiklerini, araştırmalarında ayrıca ilaçla eşcinselliğin ortadan kalkmasını sağlayabildiklerini açıkladı.
Featherstone ve meslektaşları, "kör cinsiyet" veya "GB" adını verdikleri bu geni keşfettiklerinde, meyve sineklerinde yetersiz beslenmeyle ortaya çıkan kas distrofisini araştırıyorlardı.
 
İnsanlarda da var
 
İnsanlarda da benzer bir genin bulunduğunu, ancak varsa insandaki eşcinsel davranış genini neyin etkilediğinin bilinmediğini belirten Featherstone ve meslektaşları, bulgularını Nature dergisinin Neuroscience ekinde yayımladı.
Bulgulara göre, GB'si mutasyona uğramış erkek sinekler biseksüel olurken ve eşcinsel davranışlar gösterirken, bunlar, diğer sineklerin erkek mi, dişi mi olduğunu anlatan ve "feromon" adı verilen kimyasal kokuyu ayırt edemiyor.
Meyve sineklerinin elma suyuna bir ilaç katarak, "sinapsis" adı verilen sinir hücresi bağlantılarının zayıflamasını sağlayan araştırmacılar, böylece birkaç saat içinde, sineklerde eşcinsel davranışa neden olan GB mutasyonunu durdurdu.

 

Peki, eşcinsel genleri yaratan ve doğada pek çok canlıda eşcinsel yönelimlere izin veren Tanrının, "siz eşcinselsiniz sapıtmışsınız" diyerek bir topluluğu helak etmesinin mantığı nedir? Tanrının eşcinsellik geni yaratması "ahlaklı Tanrı" ve "kusursuz yaratılış"a gölge değil midir?

Kişinin doğasında olan bir davranışı kişiye yasaklıyor yani. Peki madem yasak, kişilerde bu genin ne işi var? Bu bir testtir diyecekseniz tüm insanlarda bu yönlü bir genin aktif olması gerekmez mi? Tanrı bazı kullarına farklı testler uygulamak zorun da mı? Bu kullara özel bir garezi mi var?


Faydalı mutasyon kavramı ve örnekleri
 
 
 
     Mutasyonlar, canlı çeşitliliğinin ana kaynağıdır.Evrim karşıtlarının da sanki kendilerini haklı çıkaran bir konuymuş gibi konuşmayı çok sevdiği bir konudur ama malesef konu hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıkları için söyledikleri havada kalmaktadır. En çok tartışılan konu da nedense “faydalı mutasyon var mı? ” cümlesidir ki bu cümle zaten kendi içerisinde tutarsız olmakla beraber sordukları soru kabaca anlaşılmaktadır, ve bu yazının sebebi de o soruya cevap vermektir.

 
      Öncelikle, mutasyonlar başlangıçta zararlı bile olsalar evrimsel süreçte yarara dönüşebilirler.Ya da bir ortamda zararlıyken başka bir ortamda yararlı bir durum yaratabilirler. Canlının geninde oluşan bir mutasyon, eğer o canlıya bir fayda sağlıyorsa, yani bulunduğu ortam şartlarında yaşamını ve üremesini kolaylaştırıyorsa, sonraki nesillere aktarılır. Böylece bu mutasyona uğramış genin popülasyondaki sayısı artar. Aksi şekilde, eğer mutasyon bu şartları kolaylaştırmıyor ve canlının üremesine katkı sağlamıyorsa, o canlı zaten üreyemeyeceği için zamanla mutasyona uğramış genler azalır ve yok olur, ayıklanır. Böylece, yararlı genlerle zararlı genler ayıklanarak yaşadığı ortama daha iyi uyum sağlamış canlılar gelişir. Mutasyon denince akla hemen zararlı olan değişiklikler gelse de, canlı için faydalı olan mutasyonlar da vardır.
 
 
(Burada basit ama bir o kadar da önemli bir ayrımı yapmak gerekiyor, bir mutasyonun “faydalı” olması, mutasyonun gerçekleştiği gene sahip canlı için kullanılan bir kavramdır, faydalı mutasyon denilerek, o canlıdaki mutasyonun “insana” faydalı olmasından bahsedilmemektedir. Örneğin insan genlerindeki bir mutasyon, eğer insan için faydalıysa buna faydalı mutasyon denir; aynı şekilde örneğin bir bakteride meydana gelen mutasyon bakterinin yaşamını iyileştiriyorsa, yine faydalı mutasyon denir. Bakterideki faydalı mutasyon, bakterinin üremesini kolaylaştırdığı için insana zararlı olabilir ama bundan dolayı ona zararlı mutasyon DENMEZ. Yani gerçekleştiği canlıya göre fayda-zarar ilişkisi gözetilir.)
 
 
Aşağıda bu faydalı mutasyonlardan bazılarını maddeler halinde bulacaksınız:

 
1. CCRS genindeki mutasyon HIV'den AIDS'e geçişi yavaşlatır ve aynı gende gerçekleşen iki mutasyon bir kimsenin HIV enfeksiyonuna karşı direncini arttırır
    Bugün, büyük bir evrim deneyinin içinde yaşıyoruz. Gözlerimizin önünde evrim geçirmekte olan ve AIDS hastalığına neden olan HIV salgını..HIV denilen virüs, 19. yüzyılda bilinmeyen, ancak şimdi çok tanıdık hale gelen bir organizma. 
     Evrim karşıtları için bile, HIV, değişerek üremenin kanıtıdır, çünkü bu sürecin gerçekleşmesine tanık oluyorlar. Kısacık geçmişinde virüsün yapısı değişim gösterdi ve karşılaştığı yeni durumlara karşı uyum sağlamayı başardı. Ölüm yaklaştığında hasta, kendisini enfekte etmiş virüsten, insanla kuyruksuz maymunlar arasındaki fark kadar değişiklik gösterebilen, virüsün torunlarının yuvası olmuştur artık. Bu sitede, HIV virüsünün kendisinin geçirdiği evrimle ilgili ayrıca yayınlanmış bir yazı bulacaksınız, ama buradaki konumuz insanda meydana gelen faydalı bir mutasyon olduğu için, virüsün doğasına burda girmeyeceğiz.m
İlgilenenler bu linkten yazıya ulaşabilirler:

  Konumuz insandaki bir genin uğradığı mutasyondur. C-C kemokin reseptör5 (CCR5) , insanlarda CCR5 geniyle kodlanmış bir proteindir. CCR5 , baskın olarak T hücrelerinde, makrofajlarda, dendritik hücrelerde ve mikrogliada etki gösterir.Bu genin insandaki enflamatuar cevapta rol oynadığı düşünülmektedir.
  Bazı popülasyonlar, Delta32 mutasyonunu kazanmıştır ki bu mutasyon CCR5 genindeki genetik bilginin bir kısmının silinmesine sebep olmuştur (32-bp segment silinmesi). Bu mutasyonu taşıyan homozigot bireyler, HIV enfeksiyonuna karşı tamamen ya da kısmen dirençlidir.(yukarda söylediğimiz gibi, homo-heterozigot olmasına göre değişir)
   HIV, saldıracağı hücrelere girmek için bir ön reseptör olarak çoğunlukla CCR5 veya CXCR4’i kullanır. Delta32 mutasyonu ile, reseptör çalışamaz hale geldiği için HIV virüsünün tutunması ve hücreye girmesi engellenir, bu alel genlerden 2 kopya olması , HIV için daha da yüksek bir direnç oluşturur.Bu aleller, Avrupalılarda %5-14 oranında bulunur, Afrika ve Asya’da ise nadirdir.Birçok çalışma, bu alellerden sadece birinin varlığının bile, HIV taşıyıcısı kişilerde AİDS hastalığının oluşmasını 2 yıl geciktirdiğini göstermektedir.

2. Klamidya ve karanlığa uyum

Klamidyalar, ışıkta fotosentez yapabilen ama karanlıkta da karbon kaynağı olarak asetatı kullanarak az da olsa bir süreliğine büyüyebilen bir tür tek hücreli yeşil alg türüdür.Graham Bell, klamidyaları karanlık ortamda yüzlerce nesil üretmeyi başardı ve şöyle bi sonuç elde etti: Deneyin ilk başında bazı klamidyalar karanlıkta gayet iyi büyürken, bazıları hiç büyüme göstermemişti. 600 jenerasyon sonra ise, klamidyaların büyük çoğunluğu karanlıkta gayet iyi büyüyebilir hale gelmişti. Hemen hepsi karanlığa adapte olmuştu.Bu deney, faydalı mutasyonların, hayatta kalmak için ışığa nerdeyse bağımlı olan bir canlıda ne kadar hızlı geliştiğini ve sonunda canlının ışıksız ortamda sorunsuzca yaşayabilir hale geldiğini göstermesi açısından önemlidir.
 
3. Domuz gribi virüsü H1N1′in geçirdiği mutasyon
 

   California Teknoloji Enstitüsü’nden -Nobel ödüllü- Prof. David Baltimore ve ekibi, domuz gribi virüsünün yayılmasını sağlayan bir mutasyonu tanımladı ve Science dergisinde yayınladı. Domuz gribi virüsü diye bilinen H1N1′in bazı örneklerinin zaten yararlı bir mutasyon taşıdığı biliniyordu. Bu mutasyon, virüsün, çoğalmasını engelleyen bir ilaca (oseltamivir, piyasa ismi Tamiflu) karşı bağışıklık kazanmasını sağlıyor, ama yan etki olarak virüsün yayılmasını yavaşlatıyordu. Bu nedenle de fazla yayılamıyor ve pek de ciddi bir sağlık sorununa dönüşecekmiş gibi durmuyordu.
 Ancak 2007-2008 sezonundaki domuz gribi, hem dirençliydi, hem de hızla yayıldı. Yavaş olması beklenen dirençli virüs nasıl olup da bu kadar hızlanmıştı? Antibiyotik direncini sağlayan mutasyona ek olarak bu virüsler, iki ayrı mutasyon daha geçirmişler, ve hızla çoğalma yeteneğini kazanmışlardı.
 Bu iki yararlı mutasyon, dirençsiz bir virüste birbiri ardına meydana gelmiş ve direnç kazandıran mutasyonun yavaşlatıcı etkisini baştan azaltmıştı. Böylelikle bunun ardından meydana gelen direnç kazandırıcı mutasyon bir zarar vermeden canlıya yarar sağlamıştı. Bu üç mutasyon, virüse o kadar yarar sağladı ki virüs tüm dünyaya kısa sürede yayıldı.
 4. Klebsiella aerogenes bakterisi ve fucose isomeraz enzimi
 Robert Mortlock, Klebsiella aerogenes bakterisinin mutasyon geçirerek, daha önce bünyesinde sürekli üretilmeyen bir enzimi (fucose isomeraz enzimi) , sürekli üretmeye başladığını bulmuştur. Her daim kullanılmayan bu enzimin, sürekli olarak üretilmesine yönelik bu mutasyon, zararlı gibi görünmektedir çünkü bakteri için enerji ve kaynak israfıdır. Ancak bu enzimin her an vücutta bulunmasıyla Klebsiella aerogenes bakterisi, daha önce aralıklarla metabolize edebildiği besinleri, her an kullanabilir hale gelmiştir. Dolayısıyla başlangıçta zararlı bir mutasyon olarak ortaya çıkan durum, sonunda faydalı hale gelmiştir.
 
 5. Bakterilerdeki antibiyotik direnci

 Bilindiği üzere, sürekli ve düzensiz antibiyotik kullanımı, bakterilerde, bir süre sonra o antibiyotiğe karşı direnç gelişmesine sebep olur. Çoğu zaman, mutasyon sonucu gelişen bu direnç, bakterinin antibiyotiksiz ortamda yaşamasını zorlaştırıcı bir durum da yaratır. Dirençli bakteriler, antibiyoktiksiz ortamda, mutasyona uğramamış olanlara göre daha yavaş ve zor ürer. Yani direnç gelişimi, antibiyotiksiz ortamda, bakterinin üremesi ve çoğalması adına zararlı bir mutasyon olsa da, insan vücuduna, yani antibiyotikli ortama giren aynı bakteri için faydalı bir durumdur.
 
 
6. Drosophila'da kanatların büyümesini durduran mutasyonlar, sineğin şiddetli rüzgarlar bulunan adalarda sağ kalma yeteneğini geliştirmektedir.
 
m
 

 
 
(3.7.8.9.10. maddelerin tümü  sayın Çağrı Yalçın'ın yayınlamış olduğu yazıdan alınmıştır.)
 

 
 

 

 
7. Sitrik asit tüketmeye başlayan bakteriler
 
 

 
 
  Prof. Richard Lenski’nin, laboratuvarda gözlenmiş bir mutasyonu tarif eden “uzun vadeli evrim deneyi:
 
 
Bu deneyde, özetle, başlangıçta ortamdaki sitrik asiti enerji kaynağı olarak kullanamayan bakteriler, hiçbir müdahale altında kalmadan, kendiliğinden mutasyon geçirerek bu maddeden istifade edebilir hale geldi.
 
 

 
 
Bu deney 1988 yılında, 12 özdeş Escherischia coli (koli basili) ekiniyle başlatıldı, yani bakteri deney boyunca bir deney tüpünün içinde, kendisine uygun bir ortamda yetiştirildi. Her gün (yani 6-7 nesilde bir), eldeki bakterilerin yüzde onu yeni bir tüpe aktarılırken, geri kalan yüzde doksanı çöpe atıldı. Yalnız her 500 nesilde bir, normalde çöpe gidecek bu yüzde doksanlık kısım derin dondurucuya kondu. Bakterileri donuk şekilde saklamak, gerektiğinde çözüp üzerinde tahlil yapmak mümkün olduğundan, bakterilerin zaman içinde bir arşivi tutulmuş oldu. Deney boyunca bu bakteriler, içinde az miktarda glukoz ve bol miktarda sitrik asit bulunan sıvı ortamda yetiştirildiler, ancak sitrik asiti kullanma imkânları olmadığından yalnızca glukozla idare ettiler. Ne var ki, 33.127 nesil sonra tüplerin birindeki bakterilerin birden bire sitrik asiti kullanmaya başladıkları fark edildi. Bunun üzerine araştırmacılar donuk bakteri arşivlerini açıp önceki nesillerden bakterileri inceleyince gördüler ki sitrik asiti kullanabilen bakteriler yaklaşık 31.500’üncü nesilde ortaya çıkmış, ve sayıları biraz dalgalanıp 33.127’inci nesilde patlamış. Bu dalgalanmaları, bu bakterilerde tek bir mutasyonun değil, birden çok mutasyonun bu yeni beceriyi sağladığına yoruyorlar.
 
 
Bakterilerin yaşadığı fiziki şartlar deney boyunca sabit olduğundan ve bu bakterilere yatay gen aktarımını engellemek için hareketli genlerden arındırılmış ortamlar kullanıldığından, bu sitrik asit kullanma becerisinin kendiliğinden meydana gelen mutasyonlara bağlı olduğundan eminler.
 
 
Lenski ve meslektaşları şimdi bu sitrik asiti kullanma becerisinin tam olarak hangi genlerdeki mutasyonlara bağlı olduğunu ve bu genlerin hangi hücresel düzenekler yoluyla yarar sağladığını araştırıyorlar.
 
 
 
 8. Bulundukları zeminin rengine uyum sağlayan fareler
 
 
Şekil 1. Hoekstra ve ekibi, aynı türden ama farklı renk tüy taşıyan farelerdeki yararlı değişinimi tanımladı. Bu fotoğrafta fareler doğadakine zıt zemin üzerinde görülüyor. (Fotoğraf: Emily Key)

 

Araştırma, ABD’deki bir kumulda ve etrafındaki toprak bölgede yaşayan fareler (Peromyscus maniculatus) üzerinde yapıldı . Bu farelerden, açık renkli kumul üzerinde yaşayanların açık renkli tüylere, koyu renkli topraklarda yaşayanların ise koyu renkli tüylere sahip olduğunu gören Dr. Hopi Hoekstra ve meslektaşları, bu durumun farelerin yırtıcı kuşlardan gizlenmelerini sağladığını ve dolayısıyla bu uyumun yararlı bir mutasyonun ürünü olduğunu öngördüler. Bunu sınamak için bu farelerin kalıtım bilgisini incelediklerinde, bu uyumdan tek bir gendeki (Agouti) mutasyonun sorumlu olduğunu buldular. Yaptıkları topluluk kalıtımı hesaplamaları bu mutasyonun bundan 4.000 yıl önce meydana geldiğini gösterdiği için, ve yerbilimsel çalışmalar bu coğrafi bölgenin 8.000-10.000 yıl önce oluştuğunu gösterdiği için, bu mutasyonun farelerin buraya göç etmesinden sonra meydana geldiği sonucuna vardılar.
Hoekstra ve ekibi bu mutasyonun etki şeklini de açıklığa kavuşturdu: Mutasyon, genin protein kodlayan kısmında değil, o proteinden ne kadar üretileceğini belirleyen kısmında meydana geldi. Yani fare aslında tamamen aynı proteinleri üretiyor ama daha fazla ürettiği için koyu renkli pigment (tüylere rengini veren madde) azalıyor ve tüyler daha açık renkli oluyor. Hoekstra’nın öğrencileri şimdi bu değişimlerin DNA’nın tam olarak neresinde meydana geldiğini bulmaya çalışıyor.
 9. Lucilia cuprina türü sineklerin zehire karşı dirençleri

 
Lucilia cuprina türü sineklerin, zehire karşı dirençleri, bir nokta mutasyonuna bağlıdır. Bu zehir, asetilkolinesteraz adlı enzimi hedef alır, ona bağlanır ve onu görevini yerine getirmekten alıkoyar. Asetilkolinesteraz enziminin bu sinekteki karşılığı E3 üzerinde çalışan araştırmacılar, bu enzimden sorumlu olan geni incelediklerinde, beş ayrı nokta mutasyonu saptadılar. Bunlardan hangisinin veya hangilerinin bu dirençten sorumlu olduğunu araştırırken, ipucu, aynı direnci gösteren başka bir sinek türünden (Torpedo californica) geldi: Bu sinekler aynı direnci, bu beş mutasyondan yalnızca biri ile elde etmişlerdi. Ayrıca, ancak bu mutasyonla etkilenen amino asit, enzimin işlevini değiştirebilecek bir noktada yer alıyordu. Bunun üzerine araştırmacılar bu mutasyonlarla meydana gelen enzimlerden hangisinin organofosfatları parçalayabileceğini incelediler ve öngördükleri sonucu elde ettiler: Enzimin 137’nci amino asiti glisinden aspartik asite dönüşmüş, bu da GGT diziliminin GAT’ye dönüşmesiyle olmuştu . Ve bu mutasyon, bu enzime, kendini etkisizleştiren zehiri parçalama özelliği kazandırmıştı. Yani tek bir bazın değişimi, bu sinekleri ölümden kurtarmıştı.
 
 
 
10. Akdeniz Kansızlığı (=Thalasemi, AK) ve sıtmaya yakalanmayan bireyler 
Bir kromozomda belirli bir genin iki kopyası (alel) bulunur. Akdeniz kansızlığı hastalığı, ilgili genin her iki aleli de mutasyon gerirmişse meydana gelir. Bu kişilerde alyuvarlardaki hemoglobin molekülü görevini yerine getiremez.

Şekil 2. Akdeniz kansızlığı geninin iki kopyasını taşıyan bireyler (kırmızı) bu hastalığa yakalanırken, tek kopyasını taşıyan bireyler (mor) Akdeniz kansızlığına yakalanmadan sıtma hastalığına karşı direnç kazanırlar. (Wikipedia’dan Türkçeleştirilmiştir.)
 
 

 
   Bir mutasyona uğramış, bir normal alel taşıyan bireyler ise, AK’na yakalanmadıkları gibi, sıtma hastalığına karşı başka insanlarda görülmeyen bir direnç kazanırlar. Peki bu direnç nasıl oluşur? Bazı uzmanlar, AK genini taşıyan bireylerde sıtma mikrobunun ya daha az çoğalma fırsatı bulduğunu ya da içinde yuvalandıkları arızalı alyuvarların dalakta parçalanmasıyla öldürüldüklerini düşünüyorlar. Bunun nasıl olduğuna henüz kesin bir açıklama getirilmemiş olsa bile, bu mutasyonun yararlı etkisi ortada: Sıtmanın çok görüldüğü bölgelerdeki AK oranının, sıtmanın görülmediği bölgelere göre yüksek olduğu biliniyor. Belli ki sıtmaya yakalanmaktan koruyan bir gen, belirli şartlarda zararlı olmasına rağmen, sıtma karşısında yarar sağladığı için o canlıda barınabiliyor.
 
 
 
 11. Naylon lineer oligomer hidrolaz enzimi (bununla ilgili detaylı bir makaleyi bilim yazıları bölümünde aşağıdaki linkte bulabilirsiniz)                          http://www.baharkilic.org/post/2011/03/07/Faydal%C4%B1-mutasyonlar.aspx
 
 
 
 
Çeviri kaynakları  ve  referans yazılar:
- Lin, E.C.C., & Wu, T.T. (1984) Functional divergence of the L-Fucose system in Escherichia coli. In R.P. Mortlock (ed.), "Microorganisms as Model Systems for Studying Evolution" (pp. 135-164) Plenum, New York.
- Çağrı Yalçın’ın linkte bulunan yazısından alıntılar içermektedir. Kendisi Japonya’da RIKEN Beyin Bilimleri Enstitüsü’nde araştırmacı olarak çalışmakta ve Saitama Üniversitesi’nde doktora öğrenimine devam etmektedir.  http://bilimguncesi.org/2010/02/19/yararli-degisinimler-mutasyonlar/
 - Hartley, B.S. (1984), Experimental evolution of ribitol dehydrogenase. In R.P. Mortlock (ed.), "Microorganisms as Model Systems for Studying Evolution" (pp. 23 - 54) Plenum, New York.
-Graham Bell’in "Selection - The Mechanism of Evolution" kitabı
- Kinoshita, et. al., Eur. J. Biochem. 116, 547-551 (1981), FEBS 1981.
 -Wikipedia
Planktonların sunduğu yeni bilgiler
27. Nisan 2011 Yazar: felis agnosticus 0 Yorumlar
Plankton fosilleri, evrim ve nesil tükenmesi konularına ışık tutuyor.

- Okyanuslarda yaşayan foraminiferia isimli ufak deniz planktonları üzerinde yapılan çalışmalar, canlıların neden evrimleştiği ve neden nesillerinin tükendiği konusuna açıklık getiriyor.


  
   Bir canlının neslinin tükenmesinin veya evrimleşmesinin çevre koşullarına mı yoksa ekosistemdeki canlı çeşitliliğine mi bağlı olduğu konusu Darwin'den beri bilim adamlarının tartıştığı bir konudur.
 
   Science dergisinin 15 Nisan 2011 sayısında yayınlanan ve Londra İmperial ve Cardiff Üniversitelerinde bulunan araştırmacıların foraminiferia (veya kısaca foramlar) üzerinde yaptıkları çalışmalar, canlıların ortamda nispeten sayıca daha az canlı türünün bulunması halinde evrim geçirdiğini ama nesil tükenmesinin daha çok çevre şartlarına bağlı olduğunu ortaya koydu.
 
    
Bethic Foraminiferia türünün elektron miksroskop görüntüsü
                    (Elphidium excavatum clavatum)
Foramlar, kum tanesinden daha küçük olup yarım milimetre büyüklüğündeki deniz planktonlarıdır. Dünyadaki bütün okyanuslarda yaygın olarak yaşarlar ve 100 milyon yıldan fazla zamandır da yaşamaktadırlar. Foramlar öldüğünde, denizin dibine çökerek burada kilometrelerce uzunlukta tabakalar oluştururlar, bu sayede güzelce korunan fosil kayıtları ile bilim adamlarına kesintisiz bir tarihçe sunarlar.Kalsiyum karbonattan oluşan ve salyangoz veya kuş yumurtasına benzeyen belirgin kabukları vardır ki bu da bilim adamlarına yaşadıkları çevre koşulları hakkında bilgi verir. Bu nedenle foramlar değişen çevre koşullarını ve evrimi incelemek için mükemmel örneklerdir.
Jeokimya ve mikroskopi alanlarındaki gelişmiş teknikler sayesinde, foram fosil kayıtları şimdiye kadar olduğundan çok daha detaylı bir incelemeye tabi tutulabilmektedir. Bu yeni teknikler sayesinde bilim adamları, hangisinin daha etkili olduğunu saptamak amacıyla farklı foram türlerinin birbirleriyle olan ilişkilerinin ve  türün iklime ve zamana bağlı olarak geçirdiği çevresel değişikliklerin kalıbını çıkarmayı başardı.  Kabuklarına mikroskop altında bakarak ve kimyasal analizlerden geçirerek, foraminiferia'nın yaşadığı ortam koşulları hakkında bilgi elde edildi. Örneğin acaba bu canlılar yüzlerce yıl önce, sığ sularda yaşayıp daha ufak fotosentetik canlılara mı konaklık ediyordu yoksa ışığın ve ısının az olduğu yüzlerce metre derinlikte mi yaşıyorlardı?  
 Makalenin başyazarı olan Prof. Andy Purvis şöyle belirtti: " Foramlar ve yaşadıkları çevreyle ilgili paleontolojik bilgiler, yaşamın zaman ve şartlara bağlı olarak nasıl değiştiği hakkında muazzam bilgiler sunmaya başlıyor. Bu çalışma, nesli tükenen ekosistemler hakkındaki araştırmalarda çok önemli bir adımdır. Bu adım, bilim adamlarının gelecekteki modern çeşitlilik ortamında meydana gelecek olan değişiklikler hakkında sağlam fikirler yürütmesini sağlayacak."
Çalışmada yer alan araştırmacılardan Tracy Aze şöyle belirtti : " Fosil kayıtları, canlıların günümüzde değişen iklim koşullarına nasıl tepki vereceğini anlamamız için kritik bir kaynaktır. Evrimin galiplerini ve kaybedenlerini belirlemek için de tek yoldur."
Yine çalışmada yer alan ve yazarlardan biri olan Dr. Thomas Ezard ise, tür çeşitliliği, iklim ve türün davranışı arasındaki bu ilişkileri analiz edebilmek amacıyla matematiksel bir proje tasarladı ve şöyle söyledi: " Foram fosil kayıtlarının zenginliği nedeniyle bu kayıtlar, detaylı matematiksel ve istatistiksel biçimlemeye çok uygundur. Bu zenginlik bize, evrimsel güçleri yönlendiren faktörlerin ne derece karmaşık olduğunu anlamak için ihtiyacımız olan güçlü kanıtları sunmaktadır. Evrimi tam anlamıyla anlamak istiyorsak, bütün canlıların tıpatıp aynı olmadığı gerçeğini de kabul etmeliyiz.Bu foraminiferia fosillerinin muazzam zenginliği ve çeşitliliği evrim bilmecesindeki önemli noktalar hakkında kritik ipuçları vermektedir." 

Makale kanyağı:Imperial College London'dan elde edilen bilgilerin ışığında ScienceDaily  ekibi tarafından derlenerek 26 Nisan 2011de yayınlanmıştır.
Darwin Deney Tüpünde
 
 

Özlem Özbal
 
 
 
Scripps Araştırma Enstitüsü'nden bilim insanları evrimleşen ve birbiriyle rekabet eden moleküller yaptı. Araştırma sırasında evrimin klasik ilkelerinden bazıları gözler önüne serildi. Örneğin farklı türler aynı sonlu kaynak için rekabet ettiklerinde sadece en güçlü olanın hayatta kaldığını gösterdi bu çalışma. Ayrıca farklı türlerin (kaynaklarda çeşitlilik olduğu durumda) nasıl evrimleşerek giderek daha fazla özelleşeceği ve her bir türün ortak ekosistemde farklı bir nişi dolduracağı görüldü.Çalışmanın amacı Darwinci evrim kuramını daha da iyi anlamaktı. Yaşayan türler yerine moleküller kullanıldığında, deney tüpünde birkaç dakikada trilyonlarca molekül kopyalanıyor, yani evrim kuvvetlerinin günlerle ölçülebilecek kadar kısa sürede işlemesi mümkün oluyordu. Araştırmacılar bu sayede her şeyin hızlandığını, çalışmalarının kısa sürede sonuç verdiğini açıkladılar.Darwin Beagle yolculuğunda Galapagos Adaları'ndan farklı türde ispinozlar toplamış ve üzerlerinde çalışmıştı. İspinozlar gaga yapılarının farklılığıyla birbirinden ayrılıyordu. Bazılarının kalın ve güçlü gagaları varken bazılarının gagaları ince ve narindi. Darwin ispinozların birincil besin kaynakları olan belirli tohum türlerini yiyebilecek şekilde uyum geçirdiklerini gözlemledi. Büyük gagalı türler büyük tohumların bulunduğu yerlerde yaşıyorlardı; küçük tohumların olduğu yerlerde de küçük gagalı kuşlar vardı. Darwin bu ispinozların ortak bir atalarının olduğuna, ama zaman içinde farklı türlere ayrıldıklarına kanaat getirdi. Bu Darwinci evrim kuramında "niş paylaşımı" olarak ifade edilen klasik bir kavramdır. İki türün ortak bir yaşam alanında kaynaklar için rekabet ettiği durumda, türlerin iki farklı kaynağı kullanacak şekilde farklılaşması anlamına gelir.Araştırmacılardan Gerald Joyce bir deney tüpünün içinde sürekli evrimleşebilen belirli bir tip enzim işlevi gören RNA molekülüyle yıllardır bazı deneyler yürütüyordu.Bu, evrimin dayanağı bir molekülün her kopyalanışında mutasyon geçirme ihtimali olmasıdır. Her kopyalanışta ortalama bir kere görülen bu mutasyon ile zaman içinde popülasyon yeni özellikler kazanabilir.Araştırmanın başında bulunan, Scripps Enstitüsü'nden Sararı Voytek iki yıl kadar önce Joyce'unkinden farklı, ama o da sürekli evrimleşebilen ikinci bir enzim işlevi gören RNA geliştirmeyi başardı. Böylece evrimleşen iki farklı RNA, aynı kabın içinde ortak kaynaklar için rekabet etmek zorunda bırakılmış oldu; tıpkı Galapagos Adaları'ndan birindeki iki ispinoz türü gibi.Bu çalışmada ana kaynak yani "besin" her iki RNA türünün de kopyalanması için gerekli olan moleküllerdi. RNA'lar sadece kendilerini bu besin moleküllerine bağlamayı başarırlarsa kopyalanabiliyorlardı. RNA'lar besinleri bol olduğu müddetçe kendilerini kopyalayacaklar,kendilerini kopyalarken de mutasyon geçireceklerdi. Zaman içinde bu mutasyonlar biriktikçe yeni formlar ortaya çıkacak, bu formlardan bazıları da diğerlerinden daha güçlü olacaktı.Voytek ve Joyce iki RNA molekülünü tek bir besin kaynağı için rekabet edecekleri teke tek bir yarışa soktuklarında, belirli bir besini kullanmaya daha iyi uyum gösteren moleküllerin kazandığını gördüler. Diğer moleküller zaman içinde yok olup gitti. Daha sonra bu iki RNA molekülünü beş farklı besin kaynağının bulunduğu bir kaba koydular; iki RNA da bu besin kaynaklarının hiçbiriyle daha önce karşılaşmamıştı. Deneyin başlarında iki RNA da beş besin türünün hepsini kullandı, ama bu beş kaynağın hiç birinden özellikle daha çok yararlanmıyorlardı. Ama yüzlerce nesillik bir evrim sürecinden sonra iki molekül de beş besin kaynağından sadece birini kullanacak şekilde ayrı ayrı uyum gösterdi. Kendilerine özel tercihler yaptılar, yani her biri kendi besin kaynağını
tercih edip kullandı, diğer molekülün besin kaynağından uzak durdu.
Bu süreç boyunca moleküller sonuca ulaşmak için farklı evrimsel yaklaşımlar geliştirdiler. Bir tanesi besinini "yeme" konusunda son derece uzmanlaştı, çünkü hızı diğer molekülün hızından yüz kat fazlaydı. Diğeri besin elde etme konusunda biraz yavaştı, ama o da her nesilde diğerinden üç kat daha fazla kopya yapabiliyordu. Joyce'a göre bunlar hayatta kalmaya yönelik klasik evrim stratejilerine birer örnek.



Üç yüzyıl süren Türk-Arap savaşlarından önemli kesitler :

1) 100.000 Türk katledildi .

2) 50.000 Türk köleleştirildi .

3) Şehirler yağmalandı , halk savaş ganimeti olarak esir edildi .

4) Birçok sanatsal zenginlik ve tarihi eserler yakıldı yokedildi .

5) Sadece Talkan katliamında 40.000 Türk'ün kellesi koparıldı , 24 km. boyunca yol üzerinde bulunan ağaçlara asıldılar .

6) Curcan katliamında da 40.000 Türk'ün kellesi uçuruldu , nehirler kırmızı aktı , bedenler yine ağaçlara asıldı .

7) ''Teslim olursanız , canınızı kurtarırsınız'' sözleri tutulmadı . Halk , erkek olsun kadın olsun ''şeriat , vaat diye birşey tanımaz'' gerekçesiyle katledildi .

8) Araplar bu savaşlar ve savaş ganimetleri sayesinde müthiş bir zenginliğe ulaştılar .

9) Türkler , Arap canavarlıklarından kendilerini korumaları için çaresizlikten Çinlilerden yardım istemek zorunda kaldılar .

Erdoğan Aydın sözlerinin sonunda İslamcılarla işbirliğine giden günümüz Türk milliyetçilerini ironik bir dille hicvetti . Zira Türklerin müslümanlaştırılması onların milliyetçi ideolojilerine tamamen ters bir durum arzetmektedir .

Çeviri : Aydınus

Ve insan “hayatı” yarattı…
 
e-PostaYazdırPDF
 
Ali Deniz Uslu tarafından yazıldı. | 20 Ocak 2011
Posted in
Makaleler -
 
Yaratıcıyı oynama sırası insanda. DNA teknolojisi, kopyalama derken sentetik hücre de yaratıldı. Yani cansızdan bir canlı üretildi. Bu sıçramanın insanoğluna ne getireceği belirsiz. Bilim insanları belirsizlikten endişeli. Çünkü hayal gücü, sermaye ve doymak bilmeyen hırslar bu gücü yönlendirecek. Ne de olsa Pandora’nın Kutusu açıldı bir kere.
 
 
 
 
 
 
İnsanın genetik haritasını çıkaran ilk bilim insanı Amerikalı Craig Venter, laboratuvar ortamında bakterilerin DNA’sını kopyalayarak ilk yapay DNA’yı üretmişti. Bilim dünyası bunu şaşkınlık ve heyecanla karşıladı. Endişe sonradan geldi. Sonuçlar iki şekilde yorumlandı; bilimde devrim ve etik problem. Ama Maryland Enstitüsü’nde çalışan ekip bir adım daha attı ve canlı bir bakteri hücresine yapay DNA’yı nakletti.
 
 
 
Yapay DNA ile yaşayan hücrenin genetik kodu laboratuvarda nasıl belirlendiyse, hücre o şekilde davrandı. Bölünerek çoğalan hücreler yapay DNA’lara sahipti. Bu da bizim dilimizle yapay bir canlının üretildiği, yaratıldığı anlamına geliyordu. Venter, yapay DNA’nın başarısının ardından “bir hücreyi bilgisayar olarak görürseniz, işletim sistemi hazır. Geriye sadece bu yazılımı yüklemek kalıyor” diye konuşmuştu; şimdi yazılım da yüklendi. Evet, tartışmalar sürüyor. Bu bilimsel sıçramanın insanoğluna ne getireceği belirsiz. Onkim Kök Hücre Teknolojileri Genel Müdürü Aysel Yurtsever (sağda) Pandora’nın Kutusu’nun açıldığını söylüyor. Sonuçlarını kestiremediğimiz ve durduramayacağız değişimlerin yaşanmasının kuvvetle muhtemel olduğunu da anlatıyor. Ona göre yeni bir çağ çoktan başladı. Yapay hayatın dünyaya kazandırdıkları, kazandıracaklarını sıralamak gerekirse; yapay bakterilerle hava kirliliğine ve küresel ısınmaya önlem alınabilmesi, koruyucu tıbbın en üst seviyeye çıkması, kaliteli ve uzun ömür, yeni enerji kaynakları, açlığa karşı ucuz ve kaliteli besin üretimi ve daha pek çok muazzam gelişmenin kapısı aralanıyor. Aynı kapıdan gelenler arasında Hollywood filmlerinin senaryolarından daha rahatsız edici olanlar da var; yeni hastalıklar, yaratılan hastalıklar yani biyolojik silahlardaki çeşitlilik, sipariş insanlar, iktidar çatışmasında bu teknolojilerin payı, toplumdaki uçurumun iyice açılması, üstün ırk yaratma hırsı.
 
- Geçen hafta “sentetik hücre” ve “yapay hayata ilk adım” kavramlarını duyduk. Zira gündem çabuk ve sert şekilde değişti ama bu konuda bilmediğimiz, anlamadığımız çok şeyin olduğunu unutmadık. Kopyalanan koyun Dolly’nin bilimsel olarak kapıyı çaldığı, sentetik hücre üretiminin ise kapıyı kırdığı söyleniyor. Nedir hikâyenin aslı?
 
- Dolly klonlamaydı, kopyalamaydı. Basit şekliyle genetik bir benzerin üretilmesi anlamına geliyordu. Şu anki gelişmeye göre çok masum bir ilerleme bu. Şimdi, yaratmak hayal gücüyle sınırlanıyor, aslında sınırsızlık demek daha doğru. Sentetik hücre, cansızdan üretiliyor. Canlı üremek ister, bu onun doğası çünkü amacı neslini sürdürmektir. Cansız ürer mi? Hayır. Pandora’nın Kutusu bu noktada açılıyor. Cansıza canlılık özelliği katarsam, ürer. O üremeyi kontrol edebilir miyiz? Edemezsem? Sonuçlarını tam bilemediğimiz bir gelişme var önümüzde. Genetik kirlilik de çok yakında gündemimize düşecek.
 
- Dünya ve hayat manipüle edilmiyor mu bu şekilde?
 
- “Manipüle edilmiş dünya”, doğal dünyanın rahminde büyüyor. Bugünkü karmaşık, kalıcı olmayan yapıdaki doğal dünya, milyarlarca yıllık bir evrimin sonucu. Doğal ayıklanma ve genetik değişim mekanizmaları, türleri zaman içinde biçimlendirmiş, değiştirmiş, ortadan kaldırmış ve dönüştürmüştür. Günümüzde biyoteknolojiyle manipüle edilmiş, evrimsel modellerin yol açacağı dalgalanmalar, tüm toplumsal değerlerimizi zorluyor. İlerlemeler mülkiyetin toplumsal temelinin genişlemesini değiştirecek. Buna karşı ya kesin pozitif tutarlı bir yanıt verilecektir ya da sistem “tersinden çözüm” geliştirecektir. Demek istediğim artık sanayi çağı kapanıyor. Başka bir çağ başlıyor. 21. yüzyılın sonunda bambaşka bir dünyaya uyanacağız.
 
- Daha anlaşır şekilde örneklersek, bu gelişme nelere gebe?
 
- Gelişmelere çift taraflı bakmak gerekli. Şunu biliyoruz ki insanlar varoluştan bu yana ölümsüzlüğü istiyor. Elbette bu ölümsüzlük bedensel değil, genetik aktarımın sonsuza taşınması anlamında kullanılıyor. Doğa bu anlamda kendini dengeliyor olsa da günümüzde bunun önüne geçmek mümkün. Yeni gelişmelerle insanlık adına çığır açılması kaçınılmaz. Hastalıkların önüne geçmek, koruyucu tıbbın yükselişi bu şekilde kamu masrafları ve zaman kaybını önlemek, erken tanı da devrim, organ nakli ve üretiminde inanılmaz gelişmeler, uzun ve kaliteli ömür ki 120 yıldan belki de 200 yıla kadar, hiç olmazsa 80 yaşında seks yapabilmek, tükenmeyen ya da yenilenebilir enerji kaynakları, açlığa karşı ucuz gıda üretim imkânı ve daha sayılabilecek onlarca çılgın gelişme…
 
Üstün ırk tehditi
 
- Koruyucu tıbbın önünün açılması, ömrün uzaması, hatta 80 yaşında seks yapabilmek fikri güzel de, sentetik hücre devrimi sermayenin, siyasi erkin elinde iktidar aracı olursa ki muhtemel, ürkütücü değil mi?
 
- Evet, ürkütücü, fazlası da var. Tüm bunlar, dünyada iktidara sahip olma histerisinde büyük bir çatışma alanı. Yine de biyoteknolojik manipülasyonlar konusundaki tartışmaların hiçbiri teknolojinin ilerlemesini durduramaz. Yeni teknolojik gelişmeler, yeni düzenlemeleri de beraberinde getirecektir. Bilimin neyi nasıl yapacağını, teknolojinin yaşamımıza nasıl yansıyacağını, toplumdaki egemen sosyal ve ekonomik güçler belirliyor. İnsan soyunu kurtarmak, yoksulluğa son vermek, gerçek özgürlük ancak toplum ve insan çıkarını başa alan doğayla barışık, kolektif üreticilerin, kolektif denetimiyle mümkün.
 
- Bu gelişmeler “insan siparişi”ne kadar gidiyor. İstediğiniz özelliklerde ve yeteneklerde çocuk yapabilmek buna dahil. Talep, insanların parasına ve arzularına bırakılırsa bu işin sonu olur mu ya da “üstün ırk” yaratmak gibi bir fantezi?
 
- Yaratıcı ya da yetenekli insanlar sipariş etmek işin kolay kısmı. Tabii bu ne kadar kendi çocuğunuz oluyor, kişinin zihniyetiyle orantılı. Yakın zamanda her şey için bir kılıf uydurulabilir. Arap ülkeleri Behlül’ü beğeniyormuş, kimileri de Bihter hastası. Tüm dünyada Behlüller ve Bihterler olur mu? Olur. Sermayenin el attığı her şey çirkinleşecektir. Düşünülmesi gereken bunu devletlerin nasıl kontrol edip, nasıl kullanacak olduğu. Çünkü işin silah boyutunda bir spreyle binlerce kişiyi zehirleyebilirsiniz. Irk yaratma derdine gelince öjenik uygarlık tehdidi biliniyor. Öjenik, iyileştirilmiş, üstünleştirilmiş doğum ve tohum anlamına geliyor. Bunu Hitler idea haline getirmişti. Tüyleri diken diken eden bir şey. Film senaryosu gibi, farkı bunlar çok gerçek. Aristokrasisi zengin, kusursuz fizikleriyle fabrikasyon bir ırkın önünde diğerleri ne kadar direnebilir? İşte o yüzden tehlike siyasi. Türkiye’de araştırmalar yasak. Üzücü ki bu yasak, olanları algılamamızı da engelliyor, bizi savunmasız bırakıyor. Kamu, endüstri ve akademik birliktelik ile bunun denetimi yapılarak araştırmaların başlaması gerekli, acilen!
 
- GDO’larda da aynı sıkıntı vardı.
 
- Hem yasaklıyoruz hem genetiği ile oynanmış tohumları kullanıyoruz. Bize gelen her şey genetik olarak oynanmış olanlar.
 
- Bu konuda en ileri ülkeler hangileri?
 
- İran inanılmaz bir ilerleme kaydetti. Hayali zorlayan teknolojilere sahipler. Amerika’dan üstünler. İlk beşi sıralamak gerekirse İngiltere, Rusya, Çin, İsrail, İran.
 
Parmak izi bile artık tek değil
 
Kimerik canlılara evriliyoruz. Daha anlaşılır şekliyle iki DNA’lı bir canlı demek. İlginç bir örnekle de literatüre giriyor; İngiltere’de bir boşanma davasında yüklü miktarda para talep ediliyor. Ortada üç çocuk var. Baba DNA testi yaptırıyor. Baba yüzde yüz baba ama teste göre anne çocukların annesi değil! Kadın hapse atılıyor. Neden açık; “kimden çaldın bu çocukları?” suçlaması var. Araştırma derinleştiriliyor ve annenin rahim dokusundaki testler sonunda çocukların onun olduğu anlaşılıyor. Yani insan da evriliyor. Artık parmak izi bile tek ve güvenilir değil. Neyle karşı karşıya olduğumuzu bilmemiz gerekli.
 
Ali Deniz Uslu 
 
7 Haziran 2010
 
 
 
Kaynak:
 
 
 


Kanıtlandı: Neandertal geni taşıyoruz!
e-PostaYazdırPDF
eclipse tarafından yazıldı. | 07 Mayıs 2010
Posted in
Haberler - Evrim Haberleri
 
 
Afrikalılar dışında tüm insanların yüzde 1-4 arasında Neandertal geni taşıdığı, iki insan soyunun Ortadoğu’da karıştığı ortaya çıktı.
 
Günümüz insan genomunun (kalıtım şifresi) çözülmesinden yalnızca 10 yıl sonra bilimciler, şifremizde soyu tükenmiş bir akrabamızın, Neandertal insanının izlerini saptadılar.
 
aa
 
 
 
Science dergisinin 7 Nisan tarihli sayısında yayımlanan Neandertal genomu ön taslağının Dünyanın farklı bölgelerinden insanların genomlarıyla karşılaştırılması, Afrikalılar dışında tüm insanların yüzde 1 ile 4 arasında değişen oranlarda Neandertal geni taşıdığını ortaya koydu.

Kısa süre öncesine kadar bu iki insan türü arasında döl (dolayısıyla gen) alışverişi olmadığına inanılıyordu.
 
 
Almanya’daki Max Planck Evrimsel Antropoloji Enstitüsü Evrimsel Genetik Bölümü Direktörü Svante Paabo yönetimindeki ekibin bulgularına göre, modern insanla Neandertaller arasındaki gen karışımı,  günümüzden 100.000 ile 50.000 yıl öncesini kaplayan bir aralıkta ve büyük olasılıkla 80.000 yıl önce Ortadoğu’da meydana gelmiş.

Bulgular, gen akışının Neandertaller'den modern insana olduğunu gösteriyor.

Araştırmacılar, Neandertal gen haritasının büyük bölümünü oluşturduktan sonra, aradaki farkları ortaya çıkarmak için bunu, biri Güney Afrikalı, biri Batı Afrikalı, biri Pasifik’teki Papua Yeni Gine yerlisi, biri Çinli biri de Fransız olan beş kişinin, ayrıca da bir şempanzenin genomuyla karşılaştırmışlar.

Sonuçlar, Neandertal genomunun, öteki bölgelerden insanların genomuna Afrikalılardan daha yakın olduğunu ortaya koyuyor. Bunun da anlamı, modern insanın Afrika’dan Dünya’ya yayılırken Mezopotamya ya da Bereketli Hilal diye de tanınan bölgede Neandertallerle karşılaştıkları ve onlardan aldıkları genleri daha sonra yayıldıkları dünyanın öteki bölgelerine taşımış olmaları.  

Araştırmacılar gen akışının Neandertallerden modern insana olduğunu kaydediyorlar.

Kısa süre önce Amerikalı antropologlar da çeşitli coğrafyalardan yaklaşık 2000 kişiden alınan DNA örnekleriyle yürüttükleri çalışmalar sonucu, modern insanların da bir miktar Neandertal geni taşıdığı ve iki tür arasında biri Ortadoğu’da, biri de Doğu Asya’da olmak üzere en az iki kez cinsel temas olduğunu açıklamışlardı.

Neandertal DNA’sına ait 4 milyara yakın baz çiftini inceleyen Max Planck ekibince açıklanan çarpıcı bir bulgu da Neandertal genomunun modern insan genomuyla  yüzde 99,7  şempanze genomuyla da yüzde 98,8 oranında aynı olması. Araştırtmacılar modern insan ve Neandertal genlerince üretilen proteinlerden yalnızca 88’inin farklı olduğunu belirlemişler.
 
Bilimsel adıyla Homo sapiens neandertalis ile modern insanın (Homo sapiens sapiens) atalarının yaklaşık 440.000  yıl önce Afrika’da ortak bir atadan ayrıldığı düşünülüyor. (İnsanın daha eski atalarının şempanzelerle ortak bir atadan ayrılması ise 6,5 milyon yıl öncesine tarihlendiriliyor.) Fosil kayıtlarına göre Afrika’dan göç edip Avrupa, Güney Sibirya ve Ortadoğu’yu da kapsayan geniş bir alana yayılmış olan Neandertaller 30,000 yıl önce yok oluyorlar.

İnsanın bu en yakın akrabasının Neandertal diye adlandırılmasının nedeni ilk fosilinin Almanya’da Neander adını taşıyan vadide (tal) bulunmuş olması.

Çalışmayı yürüten araştırmacılar, bu bulgulara Hırvatistan, Rusya, İspanya ve Almanya’da bulunan Neandertal kemiklerinden elde edilen 1 milyar DNA “kırıntısını” inceleyerek ulaşmışlar. DNA’nın büyük kısmıysa, Hırvatistan’daki Vindija mağarasında bulunan üç Neandertal kadına ait 38.000 yıllık fosillerden alınan 400 miligramlık kemik tozundan sağlanmış. Fosiller, 40.000 yıla yakın süre  üzerlerinde yaşayan bakterilerin DNA’sıyla kirlenmiş olduğundan, Neandertallere ait olan parçacıkları ayıklayabilmek için özel teknikler kullanılmış.
 
Genom, tüm canlılara fiziksel ve zihinsel özelliklerini veren, hastalıklara eğilimlerini belirleyen genlerin sayısını ve yerlerini belirleyen bir tür haritaya deniyor. Yaşamımız için gerekli proteinlerin şifrelerini taşıyan genler, tüm canlı hücrelerinin çekirdeklerinde bulunan kromozomlar üzerine sarılı olan ve yangın merdivenini andıran sarmal bir yapıda uzun çekirdek asitleri olan DNA molekülleri üzerine dağılmış özel bölgeler. Baz denen küçük moleküllerin farklı özel dizilimlerinden oluşmuş bölgeler. Bu bazları birer harfe benzetecek olursak, genler, rastgele dizilmiş harf çiftleri içinde anlam taşıyan sözcükler oluyor. Sözcüklerin sayısı çok fazla değil. İnsan genomu, herbiri farklı azot fosfat ve şeker gruplarından oluşan küçük moleküllerin ilk harfleri olan A, C, G, T adlarını taşıyan toplam altı milyar bazdan oluşuyor. Birbiri etrafında dolanan iki iplik gibi dizilmiş DNA molekülü, ipliklerden biri üzerindeki bazın, karşı iplikteki bir başka baza yapışmasıyla oluşan baz çiftlerinden meydana geliyor. Bu bazlardan A, yalnızca T ile çift oluşturabiliyor, C ise yalnızca G ile.

İnsan genomundaki 3 milyar çift baz dizilimi üzerinde özel bölgeler oluşturan ve çeşitli proteinlerin kodlanma talimatını taşıyan ve bunları yeni kuşaklara aktaran genlerin sayısı 25,000’in altında.


http://www.ntvmsnbc.com/id/25091674
 


IQ seviyesi yükseldikçe Tanrı inancı azalıyor



Dini kurallara uymada gözlenen azalma, toplumsal zeka seviyesinin yükselmesiyle doğrudan bağlantılı mı?

İngilizlerin saygın yayın organı Telegraph gazetesinin web sayfasında 12 Haziran günü akşam saatlerinde yayına giren haber geniş bir tepki yaratmış görünüyor.

Habere göre, Ulster Üniversitesi kıdemli Psikoloji Profesörü Richard Lynn, entellektüel elit arasında yer alan kişiler arasında ateist olanların sayısının genel toplum ortalamasından daha yüksek olduğunu söyledi.

Profesörün tezine göre, geçtiğimiz asırda dini kurallara uyulmada gözlenen azalma, toplumsal zeka seviyesinin giderek yükselmesiyle doğrudan bağlantılı. 21.Yüzyıl'ın şu döneminde hem Doğu'da hem Batı'da gözlenen dini uyanış ise, bu sürecin geriye doğru işlediğini gösteriyor.

Akademik 'Intelligence' dergisinde yayınlanan makalede varılan sonuçlar bazı eleştirmenlerce 'aşırı basitleştirilmiş genellemeler' olarak yorumlandı.

Daha önce yaptığı araştırmalarda zeka konusunu ırk ve cinsiyet gibi değişkenlere bağlaya-ak aradaki ilişkileri açıklamaya yönelik araştırmalar yürütmüş ve bu tarz 'dobra' çalışmalarıyla tepki toplamış olan Profesör Lynn, üniversite öğretim üyeleri arasında Tanrı'ya inananların genel toplum ortalamasından çok daha düşük olduğunun altını çiziyor.

Kraliyet Akademisi tarafından gerçekleştirilen bir araştırmada; İngiliz üniversitelerindeki öğretim üyelerinin yalnızca % 3.3'ü Tanrı'ya inanırken , İngiliz toplumunda Tanrıya inanan insanların oranı %68,5 olarak tespit edilmişti.

1990'larda ABD'de yürütülen benzer bir çalışmada Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi üyeleri arasında Tanrı'ya inananların oranı %9 olarak bulunmuştu ki dindarlığıyla ünlü Amerikan toplumu geneliyle kıyaslandığında çok düşük bir oran bu.

İngiliz bilim adamı Richard Dawkins'in geçtiğimiz dönemde yazdığı ve Türkçe'ye de çevrilen God Delusion (Tanrı Yanılgısı) adlı kitapta da akademisyenler ve sanatçılar arasında dinsel inançların toplumun geri kalanına oranla çok daha düşük hatta yok denecek kadar az olduğu vurgulanmaktaydı.
Pek çok ilkokul çocuğunun Tanrıya inandığını ancak ilerleyen yıllarda -zeka seviyeleri yükseldikçe- çocukların zihinlerinde şüpheler oluştuğunu belirten Profesöy Lynn, Times Higher Education dergisine verdiği demeçte ''Niçin toplumun geri kalanına kıyasla daha az akademisyen Tanrı'ya inanıyor? Sanırım bu sadece IQ meselesi. Akademisyenlerin ortalama IQ düzeyleri toplumun genel ortalamasından yüksektir. Genel halk kitleleri üzerinde Gallup'un yaptığı çeşitli kamuoyu araştırmalarında yüksek IQ'ya sahip insanların Tanrı'ya inançlarının daha az olduğu zaten saptanmıştı.'' demişti

20.Yüzyıl boyunca 137 gelişmiş ülkede insanların daha iyi beslenme sonucu nesilden nesile daha yüksek IQ düzeylerine ulaştığı ve bu nedenle dini inançların inişe geçtiğini söyleyen Profesör Lynn'e itiraz eden ilahiyatçılar ise "zeka konusunun bu tarz bir araştırmaya konu edilmesinin toplumsal anlamda tehlikeler içerdiğine" dikkat çekiyorlar.


PROFESÖR RICHARD LYNN KİMDİR?

1930 doğumlu İngiliz Psikoloji Profesörü Richard Lynn, Cambridge Üniversitesi mezunu olup 'Emeritus' ünvanına sahip bir profesör. Yani aslen emekli olmasına rağmen olağanüstü yüksek akademik başarıları nedeniyle hala saygın bir üniversite kürsüsü sahibi.

Cinsiyet ve din gibi faktörlerin zeka üzerindeki etkilerini araştırdığı çalışmalarıyla bir takım tepkilerin hedefi olan Profesör, 50 yılı aşkın bilimsel kariyerinde şu ana kadar 11 kitap ve 200'ün üzerinde bilimsel makale yayınladı.

Laboratuvarda insan kalbi üretildi.

    Gönderim Zamanı: 05-Nisan-2011 Saat 14:20
 
Laboratuvarda insan kalbi üretildi
Amerika Birleşik Devletleri'nde, Minnesota Üniversitesi'nde, laboratuvar ortamında, insan kalbi üretildi.
Ölü organlara kök hücre enjekte edilerek canlandırılan organların, kalp nakli ameliyatı için bekleyen binlerce hasta için umut olabileceği belirtiliyor.
Laboratuvarda insan kalbi üretmeyi başaran Minnesota Üniversitesi araştırmacıları, bunu karaciğer, akciğer ve böbrek gibi diğer organların izleyebileceğini söylüyor.
Üniversitenin rejeneratif tıp uzmanlarından Doris Taylor'ın açıklamasına göre, ölmüş kişilerden alınan kalpler, kas hücrelerinden arındırılarak geride sadece "hayalet kalp" olarak adlandırılan sert protein iskeleti bırakıldı. Daha sonra bu iskeletlere canlı kök hücreler enjekte edildi.
YAKINDA ATMAYA BAŞLAYACAK
İskelete yapışan hücreler başarılı bir şekilde kalp hücrelerine dönüşmeye başladı.
Taylor, "Kalpler büyümeye başladı. Birkaç hafta içinde atma belirtileri göstermeye başlayacaklar. Herşeyiyle çalışan bir kalp oluşturmanın önünde hala birçok engel var. Ama ben günün birinde kalp naklinde kullanabileceğimiz organlar üretebileceğimizi düşünüyorum" dedi.
Kalp nakli yapılan kişiler hayatları boyunca bağışıklık sistemlerini baskılamak için ilaç almak zorunda.
2007'de İngiliz doktorlar, bir hastanın kemik iliğinden aldıkları kök hücreyle kalp kapakçığı üretmişti.
ntvmsnbc.


Hayat RNA ile mi başladı?

 
Kimyanın ustaları, ilkin karışımdan nükleotidlerin nasıl oluştuğunu göstermektedir. Peki hayat RNA ile mi başladı? 
Manchester Üniversitesi'nden John Sutherland ve arkadaşları, erken dünyada var olduğu düşünülen koşulları sağlayarak, basit kimyasallardan RNA’nın yapı taşı olan ribonükleotitleri oluşturmayı başarmışlardır. Bu deney hayatın, kimyasalların ilkin karışımından oluşan ve DNA gibi kendini eşleyip, reaksiyonları katalizleyebilen bir polimer olan RNA ile başladığını savunan “RNA Dünyası” hipotezini destekleyen bir deneydir. 
Londra’daki Imperial College’da bir kimyager olan Dona Blackmond, “bu deney, RNA Dünyası için kuvvetli bir delildir. Bu kimyasal basamakların gerçekte ne olduğunu yansıtıp yansıtmadığını bilmiyoruz fakat bu çalışmadan önce RNA Dünyası hakkında büyük şüphelerimiz vardı” demiştir. 
Moleküler Koreografi
Bir RNA polimeri, her biri bir riboz şekeri, bir fosfat grubu ve bir bazdan (pirimidin olarak bilinen sitozin ya da urasil, pürin olarak bilinen adenin ya da guanin) oluşan ribonükleotit zinciridir. 
Bir polimerin kendiliğinden nasıl oluştuğu düşünüldüğünde, kimyacılar öncelikle alt birimlerin kendi başlarına toplandıklarını ve sonra ribonükleotidi oluşturmak için polimerize olduklarını düşünmektedirler. Fakat laboratuvardaki kontrollü atmosfer koşullarında bile, riboz şekerini ve baz’ı bir araya getirme çabaları moral bozucu bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 
Manchester’lı araştırıcılar, bu çalışmayla pirimidin ribonükleotidlerin her ikisini de sentezlemeyi başarmışlardır. Sutherland’in takımı bunu, riboz şeker ve baz alt birimlerini ayrı ayrı oluşturmak yerine, iskeletinde anahtar riboz-baz bağlantısına dönüşebilecek bir bağ içeren bir molekül oluşturarak başarmışlardır. Daha sonraki atomlar, ribonükleotidi oluşturmak üzere, sonradan bu iskeletin çevresine eklenmektedirler. Son bağlantı, fosfat grubunun eklenmesidir. Sutherland’in takımı, fosfatın en son basamaklarda rol alan bir reaktan olmasına rağmen, bütün sentezleri etkilediğini göstermişlerdir. Fosfat, asitliği tamponlayarak ve katalizör gibi davranarak, küçük organik moleküllerin doğru bağlantıları yapmasını sağlamaktadır.  
Araştırmacı grup bir sonraki adımda benzer yaklaşımla, pürin nükleotidlerini oluşturmayı amaçlamaktadır. 
Özel Bir Şeyin Başlangıcı
Sutherland’in küçük moleküllerden RNA’nın bir parçasını oluşturmasının mümkün olduğunu göstermesine rağmen, “RNA Dünyası” teorisinin karşıtları, RNA molekülünün ilkin dünya jeokimyasında oluşması için çok kompleks olduğunu söylemektedirler. New York üniversitesinde bir kimyacı olan Robert Shapiro “bu tür araştırmalardaki kusur, kimyada değil mantıktadır, kusurlu olan bu mantık, araştırıcıların modern laboratuvarlarda oluşturdukları deneysel kontrolün, ilkin dünyada da mümkün olduğunu düşünmeleridir” şeklinde konuşmaktadır.
Sutherland ise uyguladıkları basamakların, ilkin dünya koşullarıyla uyumlu olduğunu söylemektedir. Bu koşullar, molekülleri suda ısıtmak, buharlaşmasını sağlamak ve UV’ye maruz bırakmaktır.
Shapiro taraftarları, hayatın orjinini açıklamaya yönelik bir diğer teoriyi savunmaktadırlar. Onlara göre RNA, küçük moleküllerden oluşamayacak kadar kompleks olduğundan, RNA ve DNA oluşumunu katalizleyen daha basit metabolik prosesler dünyada ki hayatın temelini oluşturmaktadır. 
(13 Mayıs 2009 | Nature | doi:10.1038/news.2009.47)



 
 
 
 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol