Damaseverlere Merhaba
  Evrim
 

Kök hücreden 'insan yumurtası' üretildi

Birçok hastalığın tedavi için yıllardır yürütülen ''kök hücre'' çalışmaları, yumurtalık sorunlarına bağlı kısırlıkta da hastalar için umut ışığı oldu.




ntvmsnbc ve Ajanslar
Güncelleme: 10:55 TSİ 13 Nisan. 2011 Çarşamba
ABD'de Harvard Üniversitesi'nden Profesör Dr. Jonathon Tilly ve ekibi tarafından dünya tarihinde ilk kez kök hücreden insan yumurtası üretildi. Çalışmaya ilişkin tüm detaylar, TARTEN'de açıklanacak.
Prof. Dr. Tilly ve New York Medical College Kısırlık Tedavisi ve Üreme Merkezi Başkanı Prof. Dr. Kutluk Oktay ile birlikte, yakında klinik araştırma aşamasına başlanacak.
Prof. Dr. Oktay, bir yıl düzenli cinsel ilişki sonrasında çocuk sahibi olamama durumunun ''kısırlık'' olarak tanımlandığını söyledi. Kısırlığın hem kadından ham da erkekten kaynaklanan sorunlara bağlı ortaya çıkabildiğini ifade eden Oktay, tüplerde tıkanıklık, yumurtlama sorunları, düşük rezerv, rahimde problemler, endometriosis, bilinmeyen ya da yaşlanmaya bağlı nedenlerin kısırlığa yol açabildiğini anlattı.
Kısırlık tedavisi için yıllardır çok çeşitli bilimsel çalışmaların yürütüldüğünü dile getiren Oktay, kök hücre çalışmaları ile sorunun ortadan kaldırılmaya çalışıldığını söyledi. 
Oktay, yumurta rezervi olmayan ya da yumurtalıkları alınmış kadınlar için kök hücre ile yumurta elde edilmesine yönelik çalışmaların hayvanlarda 3-4 yıldan fazla süredir yapıldığını ve son bir yıl içinde de insan dokusunda çalışmaların yürütüldüğünü kaydetti.
ABD'de Harvard Üniversitesi'nden Prof. Dr. Jonathon Tilly ve ekibi tarafından dünyada ilk defa kök hücreden insan yumurtası üretimi yapıldığını belirten Oktay, ''Bunu, orta vadede, 'kısırlık sorunu olanlara müjde' şeklinde yorumlayabiliriz. Tabii ki bu, klinik çalışmalarda çıkacak sonuçlara bağlı'' diye konuştu.
''KLİNİK ÇALIŞMALAR BAŞLAMAK ÜZERE''
Oktay, araştırmanın laboratuvar kısmının Prof. Dr. John Tilly tarafından Harvard Üniversitesi'nde yönetildiğini, klinik kısmının ise kendisi tarafından yapıldığını söyledi.
Tilly ile birlikte araştırmanın tüm aşamalarından birlikte çalıştıklarını dile getiren Oktay, kök hücreden insan yumurtası üretilmesine ilişkin klinik çalışmaların yakında başlayacağını ifade etti.
Oktay, ilk aşamada, denemelerin yumurta rezervi ve veya kalitesi düşük genç hastalara yapılacağını belirterek, ''Uygulama, şu anda 35 yaşın altında erken menopoza girmiş vakalarla; erken menopoza girmiş vakalarda yaşı 45'in altında yumurta üretebilen, fakat kalite düşüklüğüne bağlı gebelik elde edilemeyenlere gerçekleştirilecek'' diye konuştu.
Oktay, uygulamanın, ''35 yaşın üstünde menopoza girmiş, genelde 45 yaşın üstünde her iki yumurtalığı çıkarılmış hastalarda çalışma kriterlerinin sağlanamayacağına'' dikkati çekti.
''UZUN VADELİ RİSKLERİN NE OLDUĞU HENÜZ BİLİNMİYOR''
Yöntemin klinik çalışmalarından başarılı sonuçlar elde edilmesiyle birçok kişinin çocuk sahibi olabileceğini müjdeleyen Oktay, ''Eğer yöntem klinik olarak verimli olursa, bugüne kadar çare yok denilen düşük rezerv ve erken menopoza çözüm olacak'' dedi.
Oktay, yeni yaklaşımın özel araştırma protokolleri altında özenle yapılması gerektiğini dile getirerek, uzun vadeli risklerin ne olduğunun henüz bilinmediğinin de dikkate alınması gerektiğini vurguladı.
KÖK HÜCREDEN İNSAN YUMURTASI NASIL ELDE EDİLİYOR?
Oktay, kök hücreden insan yumurtası elde edilmesindeki aşamaları şöyle anlattı: ''İlk olarak laparoskopik ya da robotik cerrahi ile yumurtadan parçalar alınıyor. Laboratuvarda alınan dokudan kök hücreler izole ediliyor ve kültür ortamında çoğaltılıyor.
Bu aşamadan sonra, söz konusu araştırma kapsamında, şu an ayrıntıları açıklanamayacak bir takım özel yöntemler uygulanıyor. Araştırma, tedavi amaçlı klinik araştırmalarda kullanılıyor.
ARAŞTIRMANIN DETAYLARI TARTEN'DE AÇIKLANACAK
Araştırmanın, tüm detayları, dünyada üreme tıbbıyla ilgili uzmanları biraya getiren ''Trans Atlantic Reproductive Technologies Network (TARTEN)''de açıklanacak.
TARTEN Türkiye Başkanı Prof. Dr. Volkan Baltacı da araştırmanın üreme tıbbı tarihinde çok önemli bir adım olduğunu belirtti. Araştırma ile kısırlık tedavisinde çok önemli bir adım atılacağını ifade eden Baltacı, klinik çalışmalarının sonuçlarını da merak içinde beklediklerini söyledi.
TARTEN 2011 Kongre Genel Sekreteri Doç. Dr. Murat Sönmezer de araştırmanın tüm aşamalarının İstanbul'da 14-17 Nisan'da yapılacak ''Uluslararası TARTEN 2011 Kongresi''nde açıklanacak olmasının heyecanını duyduklarını söyledi.
Testis dışında sperm üretildi!

 

 

Bilim adamları ilk defa testis dışında sperm üretmeyi başardı. Eğer bu teknik insanlarda da uygulanabilirse erkeklerde kısırlığa yepyeni ve etkili bir çözüm getirilmiş olacak.

18:08 | 29 Mart 2011

Japonya Yokohama Üniversitesi’nden Takuya Sato ve ekibi henüz sperm üretmeye başlamamış yeni doğan farelerin testislerinden tohum hücreleri çıkarttı. Bu hücreleri fetal bovin sıvısı ve testesteron gibi hormonlar ve agaroz jeli benzeri besleyici kimyasallar içerisine yerleştirdiler. Bilim adamları fareleri öncesinde bir işlemden geçirdi ve bu sayede sadece tamamen gelişmiş bir spermdeki protein florasan yeşiline dönecekti. Yaklaşık bir ay sonrasında ekibin hazırladığı örneklerin yarısında yeşil parlayan proteinler tespit edildi.
Ardından Sato ve ekibi dişi farelerden topladıkları yumurtalarla spermleri birleştirdi ve embriyo yaratmayı başardı. Bu embriyolar dişi farelerin vücutlarına yerleştirildiğinde
sağlıklı yavrular dünya getirebildiler. Doğan yavrular da çiftleşme ve yavrulama gibi özelliklere sahipti.

Ekip aynı zamanda testis dokusunun hiç zarar görmeden dondurulup çözülebildiğini de kaydetti.

Chicago Northwestern Üniversitesi’nden hücre biyologu Erwin Goldberg, “ İnsan bunun için yıllardır uğraşıyordu ancak pek çok kez doğru sonuçlara ulaşamamışlardı. Bu ekibin başarılı olmasında anahtar rol oynayan kesinlikle sabırdı. Laboratuar ortamında testis hücrelerinin canlı kalmasını sağlayacak ortamı yaratana kadar kimyasalları karıştırmaya devam ettiler ve asla vazgeçmediler,” dedi.


Önceki araştırmalarda buna benzer sonuçlar elde edilebilmiş ancak tam başarı sağlanamamıştı. 2006 yılında İngiltere Newcastle Üniversitesi’nden Karim Nayernia fare embriyolarındaki
kök hücreleri sperm hücrelerine dönüştürmeyi başarmış ancak doğan yavrular hemen ölmüştü.

Eğer araştırmacılar kısır bir erkeğin tohum hücrelerini sperm hücrelerine dönüştürmeyi başarabilirse kısırlığa da çözüm bulunacakmış gibi görünüyor. Ayrıca sorunun köküne inip gerekli tedavilerle kişinin üretkenliği de sağlanabilecek.


 

Eşcinsellik geni bulundu

 
ANKARA AA

Amerika'da yapılan bir araştırmanın sonucunda, meyve sineklerinde eşcinsel davranışa yol açan bir gen bulundu.
Amerikan basınında yer alan habere göre, Chicago'daki Illinois Üniversitesi'nden biyolog David Featherstone, bu küçük sineklerde eşcinsel davranışa neden olan bir geni keşfettiklerini, araştırmalarında ayrıca ilaçla eşcinselliğin ortadan kalkmasını sağlayabildiklerini açıkladı.
Featherstone ve meslektaşları, "kör cinsiyet" veya "GB" adını verdikleri bu geni keşfettiklerinde, meyve sineklerinde yetersiz beslenmeyle ortaya çıkan kas distrofisini araştırıyorlardı.
 
İnsanlarda da var
 
İnsanlarda da benzer bir genin bulunduğunu, ancak varsa insandaki eşcinsel davranış genini neyin etkilediğinin bilinmediğini belirten Featherstone ve meslektaşları, bulgularını Nature dergisinin Neuroscience ekinde yayımladı.
Bulgulara göre, GB'si mutasyona uğramış erkek sinekler biseksüel olurken ve eşcinsel davranışlar gösterirken, bunlar, diğer sineklerin erkek mi, dişi mi olduğunu anlatan ve "feromon" adı verilen kimyasal kokuyu ayırt edemiyor.
Meyve sineklerinin elma suyuna bir ilaç katarak, "sinapsis" adı verilen sinir hücresi bağlantılarının zayıflamasını sağlayan araştırmacılar, böylece birkaç saat içinde, sineklerde eşcinsel davranışa neden olan GB mutasyonunu durdurdu.

 

Peki, eşcinsel genleri yaratan ve doğada pek çok canlıda eşcinsel yönelimlere izin veren Tanrının, "siz eşcinselsiniz sapıtmışsınız" diyerek bir topluluğu helak etmesinin mantığı nedir? Tanrının eşcinsellik geni yaratması "ahlaklı Tanrı" ve "kusursuz yaratılış"a gölge değil midir?

Kişinin doğasında olan bir davranışı kişiye yasaklıyor yani. Peki madem yasak, kişilerde bu genin ne işi var? Bu bir testtir diyecekseniz tüm insanlarda bu yönlü bir genin aktif olması gerekmez mi? Tanrı bazı kullarına farklı testler uygulamak zorun da mı? Bu kullara özel bir garezi mi var?



 
 
Çeviri kaynakları  ve  referans yazılar:
- Lin, E.C.C., & Wu, T.T. (1984) Functional divergence of the L-Fucose system in Escherichia coli. In R.P. Mortlock (ed.), "Microorganisms as Model Systems for Studying Evolution" (pp. 135-164) Plenum, New York.
- Çağrı Yalçın’ın linkte bulunan yazısından alıntılar içermektedir. Kendisi Japonya’da RIKEN Beyin Bilimleri Enstitüsü’nde araştırmacı olarak çalışmakta ve Saitama Üniversitesi’nde doktora öğrenimine devam etmektedir.  http://bilimguncesi.org/2010/02/19/yararli-degisinimler-mutasyonlar/
 - Hartley, B.S. (1984), Experimental evolution of ribitol dehydrogenase. In R.P. Mortlock (ed.), "Microorganisms as Model Systems for Studying Evolution" (pp. 23 - 54) Plenum, New York.
-Graham Bell’in "Selection - The Mechanism of Evolution" kitabı
- Kinoshita, et. al., Eur. J. Biochem. 116, 547-551 (1981), FEBS 1981.
 -Wikipedia
 
 
Laboratuvarda insan kalbi üretildi
Amerika Birleşik Devletleri'nde, Minnesota Üniversitesi'nde, laboratuvar ortamında, insan kalbi üretildi.
Ölü organlara kök hücre enjekte edilerek canlandırılan organların, kalp nakli ameliyatı için bekleyen binlerce hasta için umut olabileceği belirtiliyor.
Laboratuvarda insan kalbi üretmeyi başaran Minnesota Üniversitesi araştırmacıları, bunu karaciğer, akciğer ve böbrek gibi diğer organların izleyebileceğini söylüyor.
Üniversitenin rejeneratif tıp uzmanlarından Doris Taylor'ın açıklamasına göre, ölmüş kişilerden alınan kalpler, kas hücrelerinden arındırılarak geride sadece "hayalet kalp" olarak adlandırılan sert protein iskeleti bırakıldı. Daha sonra bu iskeletlere canlı kök hücreler enjekte edildi.
YAKINDA ATMAYA BAŞLAYACAK
İskelete yapışan hücreler başarılı bir şekilde kalp hücrelerine dönüşmeye başladı.
Taylor, "Kalpler büyümeye başladı. Birkaç hafta içinde atma belirtileri göstermeye başlayacaklar. Herşeyiyle çalışan bir kalp oluşturmanın önünde hala birçok engel var. Ama ben günün birinde kalp naklinde kullanabileceğimiz organlar üretebileceğimizi düşünüyorum" dedi.
Kalp nakli yapılan kişiler hayatları boyunca bağışıklık sistemlerini baskılamak için ilaç almak zorunda.
2007'de İngiliz doktorlar, bir hastanın kemik iliğinden aldıkları kök hücreyle kalp kapakçığı üretmişti.
ntvmsnbc.


Hayat RNA ile mi başladı?

 
Kimyanın ustaları, ilkin karışımdan nükleotidlerin nasıl oluştuğunu göstermektedir. Peki hayat RNA ile mi başladı? 
Manchester Üniversitesi'nden John Sutherland ve arkadaşları, erken dünyada var olduğu düşünülen koşulları sağlayarak, basit kimyasallardan RNA’nın yapı taşı olan ribonükleotitleri oluşturmayı başarmışlardır. Bu deney hayatın, kimyasalların ilkin karışımından oluşan ve DNA gibi kendini eşleyip, reaksiyonları katalizleyebilen bir polimer olan RNA ile başladığını savunan “RNA Dünyası” hipotezini destekleyen bir deneydir. 
Londra’daki Imperial College’da bir kimyager olan Dona Blackmond, “bu deney, RNA Dünyası için kuvvetli bir delildir. Bu kimyasal basamakların gerçekte ne olduğunu yansıtıp yansıtmadığını bilmiyoruz fakat bu çalışmadan önce RNA Dünyası hakkında büyük şüphelerimiz vardı” demiştir. 
Moleküler Koreografi
Bir RNA polimeri, her biri bir riboz şekeri, bir fosfat grubu ve bir bazdan (pirimidin olarak bilinen sitozin ya da urasil, pürin olarak bilinen adenin ya da guanin) oluşan ribonükleotit zinciridir. 
Bir polimerin kendiliğinden nasıl oluştuğu düşünüldüğünde, kimyacılar öncelikle alt birimlerin kendi başlarına toplandıklarını ve sonra ribonükleotidi oluşturmak için polimerize olduklarını düşünmektedirler. Fakat laboratuvardaki kontrollü atmosfer koşullarında bile, riboz şekerini ve baz’ı bir araya getirme çabaları moral bozucu bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 
Manchester’lı araştırıcılar, bu çalışmayla pirimidin ribonükleotidlerin her ikisini de sentezlemeyi başarmışlardır. Sutherland’in takımı bunu, riboz şeker ve baz alt birimlerini ayrı ayrı oluşturmak yerine, iskeletinde anahtar riboz-baz bağlantısına dönüşebilecek bir bağ içeren bir molekül oluşturarak başarmışlardır. Daha sonraki atomlar, ribonükleotidi oluşturmak üzere, sonradan bu iskeletin çevresine eklenmektedirler. Son bağlantı, fosfat grubunun eklenmesidir. Sutherland’in takımı, fosfatın en son basamaklarda rol alan bir reaktan olmasına rağmen, bütün sentezleri etkilediğini göstermişlerdir. Fosfat, asitliği tamponlayarak ve katalizör gibi davranarak, küçük organik moleküllerin doğru bağlantıları yapmasını sağlamaktadır.  
Araştırmacı grup bir sonraki adımda benzer yaklaşımla, pürin nükleotidlerini oluşturmayı amaçlamaktadır. 
Özel Bir Şeyin Başlangıcı
Sutherland’in küçük moleküllerden RNA’nın bir parçasını oluşturmasının mümkün olduğunu göstermesine rağmen, “RNA Dünyası” teorisinin karşıtları, RNA molekülünün ilkin dünya jeokimyasında oluşması için çok kompleks olduğunu söylemektedirler. New York üniversitesinde bir kimyacı olan Robert Shapiro “bu tür araştırmalardaki kusur, kimyada değil mantıktadır, kusurlu olan bu mantık, araştırıcıların modern laboratuvarlarda oluşturdukları deneysel kontrolün, ilkin dünyada da mümkün olduğunu düşünmeleridir” şeklinde konuşmaktadır.
Sutherland ise uyguladıkları basamakların, ilkin dünya koşullarıyla uyumlu olduğunu söylemektedir. Bu koşullar, molekülleri suda ısıtmak, buharlaşmasını sağlamak ve UV’ye maruz bırakmaktır.
Shapiro taraftarları, hayatın orjinini açıklamaya yönelik bir diğer teoriyi savunmaktadırlar. Onlara göre RNA, küçük moleküllerden oluşamayacak kadar kompleks olduğundan, RNA ve DNA oluşumunu katalizleyen daha basit metabolik prosesler dünyada ki hayatın temelini oluşturmaktadır. 
(13 Mayıs 2009 | Nature | doi:10.1038/news.2009.47)





İŞTE ARA FORM KLİSEDE ÖZÜR DİLEDİ
H YAHYA DENEN ŞAHIS BUNU
GÖRMEMEKTE İSRARCI
ÇÜNKİ BİYOLOG DEİL
YANİ CAHİL BU KONUDA






DENİZDEN KARAYA GEÇEN BALIK BU
ARA FORM ARAYAN
BİLİM VE HALK DÜŞMANLARI GÖRÜN








Ara formmu h kahyaAL SANA ARA FORM










Planktonların sunduğu yeni bilgiler
27. Nisan 2011 Yazar: felis agnosticus 0 Yorumlar
Plankton fosilleri, evrim ve nesil tükenmesi konularına ışık tutuyor.

- Okyanuslarda yaşayan foraminiferia isimli ufak deniz planktonları üzerinde yapılan çalışmalar, canlıların neden evrimleştiği ve neden nesillerinin tükendiği konusuna açıklık getiriyor.


  
   Bir canlının neslinin tükenmesinin veya evrimleşmesinin çevre koşullarına mı yoksa ekosistemdeki canlı çeşitliliğine mi bağlı olduğu konusu Darwin'den beri bilim adamlarının tartıştığı bir konudur.
 
   Science dergisinin 15 Nisan 2011 sayısında yayınlanan ve Londra İmperial ve Cardiff Üniversitelerinde bulunan araştırmacıların foraminiferia (veya kısaca foramlar) üzerinde yaptıkları çalışmalar, canlıların ortamda nispeten sayıca daha az canlı türünün bulunması halinde evrim geçirdiğini ama nesil tükenmesinin daha çok çevre şartlarına bağlı olduğunu ortaya koydu.
 
    
Bethic Foraminiferia türünün elektron miksroskop görüntüsü
                    (Elphidium excavatum clavatum)
Foramlar, kum tanesinden daha küçük olup yarım milimetre büyüklüğündeki deniz planktonlarıdır. Dünyadaki bütün okyanuslarda yaygın olarak yaşarlar ve 100 milyon yıldan fazla zamandır da yaşamaktadırlar. Foramlar öldüğünde, denizin dibine çökerek burada kilometrelerce uzunlukta tabakalar oluştururlar, bu sayede güzelce korunan fosil kayıtları ile bilim adamlarına kesintisiz bir tarihçe sunarlar.Kalsiyum karbonattan oluşan ve salyangoz veya kuş yumurtasına benzeyen belirgin kabukları vardır ki bu da bilim adamlarına yaşadıkları çevre koşulları hakkında bilgi verir. Bu nedenle foramlar değişen çevre koşullarını ve evrimi incelemek için mükemmel örneklerdir.
Jeokimya ve mikroskopi alanlarındaki gelişmiş teknikler sayesinde, foram fosil kayıtları şimdiye kadar olduğundan çok daha detaylı bir incelemeye tabi tutulabilmektedir. Bu yeni teknikler sayesinde bilim adamları, hangisinin daha etkili olduğunu saptamak amacıyla farklı foram türlerinin birbirleriyle olan ilişkilerinin ve  türün iklime ve zamana bağlı olarak geçirdiği çevresel değişikliklerin kalıbını çıkarmayı başardı.  Kabuklarına mikroskop altında bakarak ve kimyasal analizlerden geçirerek, foraminiferia'nın yaşadığı ortam koşulları hakkında bilgi elde edildi. Örneğin acaba bu canlılar yüzlerce yıl önce, sığ sularda yaşayıp daha ufak fotosentetik canlılara mı konaklık ediyordu yoksa ışığın ve ısının az olduğu yüzlerce metre derinlikte mi yaşıyorlardı?  
 Makalenin başyazarı olan Prof. Andy Purvis şöyle belirtti: " Foramlar ve yaşadıkları çevreyle ilgili paleontolojik bilgiler, yaşamın zaman ve şartlara bağlı olarak nasıl değiştiği hakkında muazzam bilgiler sunmaya başlıyor. Bu çalışma, nesli tükenen ekosistemler hakkındaki araştırmalarda çok önemli bir adımdır. Bu adım, bilim adamlarının gelecekteki modern çeşitlilik ortamında meydana gelecek olan değişiklikler hakkında sağlam fikirler yürütmesini sağlayacak."
Çalışmada yer alan araştırmacılardan Tracy Aze şöyle belirtti : " Fosil kayıtları, canlıların günümüzde değişen iklim koşullarına nasıl tepki vereceğini anlamamız için kritik bir kaynaktır. Evrimin galiplerini ve kaybedenlerini belirlemek için de tek yoldur."
Yine çalışmada yer alan ve yazarlardan biri olan Dr. Thomas Ezard ise, tür çeşitliliği, iklim ve türün davranışı arasındaki bu ilişkileri analiz edebilmek amacıyla matematiksel bir proje tasarladı ve şöyle söyledi: " Foram fosil kayıtlarının zenginliği nedeniyle bu kayıtlar, detaylı matematiksel ve istatistiksel biçimlemeye çok uygundur. Bu zenginlik bize, evrimsel güçleri yönlendiren faktörlerin ne derece karmaşık olduğunu anlamak için ihtiyacımız olan güçlü kanıtları sunmaktadır. Evrimi tam anlamıyla anlamak istiyorsak, bütün canlıların tıpatıp aynı olmadığı gerçeğini de kabul etmeliyiz.Bu foraminiferia fosillerinin muazzam zenginliği ve çeşitliliği evrim bilmecesindeki önemli noktalar hakkında kritik ipuçları vermektedir." 

Makale kanyağı:Imperial College London'dan elde edilen bilgilerin ışığında ScienceDaily  ekibi tarafından derlenerek 26 Nisan 2011de yayınlanmıştır.
Darwin Deney Tüpünde
 
 

Özlem Özbal
 
 
 
Scripps Araştırma Enstitüsü'nden bilim insanları evrimleşen ve birbiriyle rekabet eden moleküller yaptı. Araştırma sırasında evrimin klasik ilkelerinden bazıları gözler önüne serildi. Örneğin farklı türler aynı sonlu kaynak için rekabet ettiklerinde sadece en güçlü olanın hayatta kaldığını gösterdi bu çalışma. Ayrıca farklı türlerin (kaynaklarda çeşitlilik olduğu durumda) nasıl evrimleşerek giderek daha fazla özelleşeceği ve her bir türün ortak ekosistemde farklı bir nişi dolduracağı görüldü.Çalışmanın amacı Darwinci evrim kuramını daha da iyi anlamaktı. Yaşayan türler yerine moleküller kullanıldığında, deney tüpünde birkaç dakikada trilyonlarca molekül kopyalanıyor, yani evrim kuvvetlerinin günlerle ölçülebilecek kadar kısa sürede işlemesi mümkün oluyordu. Araştırmacılar bu sayede her şeyin hızlandığını, çalışmalarının kısa sürede sonuç verdiğini açıkladılar.Darwin Beagle yolculuğunda Galapagos Adaları'ndan farklı türde ispinozlar toplamış ve üzerlerinde çalışmıştı. İspinozlar gaga yapılarının farklılığıyla birbirinden ayrılıyordu. Bazılarının kalın ve güçlü gagaları varken bazılarının gagaları ince ve narindi. Darwin ispinozların birincil besin kaynakları olan belirli tohum türlerini yiyebilecek şekilde uyum geçirdiklerini gözlemledi. Büyük gagalı türler büyük tohumların bulunduğu yerlerde yaşıyorlardı; küçük tohumların olduğu yerlerde de küçük gagalı kuşlar vardı. Darwin bu ispinozların ortak bir atalarının olduğuna, ama zaman içinde farklı türlere ayrıldıklarına kanaat getirdi. Bu Darwinci evrim kuramında "niş paylaşımı" olarak ifade edilen klasik bir kavramdır. İki türün ortak bir yaşam alanında kaynaklar için rekabet ettiği durumda, türlerin iki farklı kaynağı kullanacak şekilde farklılaşması anlamına gelir.Araştırmacılardan Gerald Joyce bir deney tüpünün içinde sürekli evrimleşebilen belirli bir tip enzim işlevi gören RNA molekülüyle yıllardır bazı deneyler yürütüyordu.Bu, evrimin dayanağı bir molekülün her kopyalanışında mutasyon geçirme ihtimali olmasıdır. Her kopyalanışta ortalama bir kere görülen bu mutasyon ile zaman içinde popülasyon yeni özellikler kazanabilir.Araştırmanın başında bulunan, Scripps Enstitüsü'nden Sararı Voytek iki yıl kadar önce Joyce'unkinden farklı, ama o da sürekli evrimleşebilen ikinci bir enzim işlevi gören RNA geliştirmeyi başardı. Böylece evrimleşen iki farklı RNA, aynı kabın içinde ortak kaynaklar için rekabet etmek zorunda bırakılmış oldu; tıpkı Galapagos Adaları'ndan birindeki iki ispinoz türü gibi.Bu çalışmada ana kaynak yani "besin" her iki RNA türünün de kopyalanması için gerekli olan moleküllerdi. RNA'lar sadece kendilerini bu besin moleküllerine bağlamayı başarırlarsa kopyalanabiliyorlardı. RNA'lar besinleri bol olduğu müddetçe kendilerini kopyalayacaklar,kendilerini kopyalarken de mutasyon geçireceklerdi. Zaman içinde bu mutasyonlar biriktikçe yeni formlar ortaya çıkacak, bu formlardan bazıları da diğerlerinden daha güçlü olacaktı.Voytek ve Joyce iki RNA molekülünü tek bir besin kaynağı için rekabet edecekleri teke tek bir yarışa soktuklarında, belirli bir besini kullanmaya daha iyi uyum gösteren moleküllerin kazandığını gördüler. Diğer moleküller zaman içinde yok olup gitti. Daha sonra bu iki RNA molekülünü beş farklı besin kaynağının bulunduğu bir kaba koydular; iki RNA da bu besin kaynaklarının hiçbiriyle daha önce karşılaşmamıştı. Deneyin başlarında iki RNA da beş besin türünün hepsini kullandı, ama bu beş kaynağın hiç birinden özellikle daha çok yararlanmıyorlardı. Ama yüzlerce nesillik bir evrim sürecinden sonra iki molekül de beş besin kaynağından sadece birini kullanacak şekilde ayrı ayrı uyum gösterdi. Kendilerine özel tercihler yaptılar, yani her biri kendi besin kaynağını
tercih edip kullandı, diğer molekülün besin kaynağından uzak durdu.
Bu süreç boyunca moleküller sonuca ulaşmak için farklı evrimsel yaklaşımlar geliştirdiler. Bir tanesi besinini "yeme" konusunda son derece uzmanlaştı, çünkü hızı diğer molekülün hızından yüz kat fazlaydı. Diğeri besin elde etme konusunda biraz yavaştı, ama o da her nesilde diğerinden üç kat daha fazla kopya yapabiliyordu. Joyce'a göre bunlar hayatta kalmaya yönelik klasik evrim stratejilerine birer örnek.





 
e-PostaYazdırPDF
 
Ali Deniz Uslu tarafından yazıldı. | 20 Ocak 2011
Posted in
Makaleler -
 
Yaratıcıyı oynama sırası insanda. DNA teknolojisi, kopyalama derken sentetik hücre de yaratıldı. Yani cansızdan bir canlı üretildi. Bu sıçramanın insanoğluna ne getireceği belirsiz. Bilim insanları belirsizlikten endişeli. Çünkü hayal gücü, sermaye ve doymak bilmeyen hırslar bu gücü yönlendirecek. Ne de olsa Pandora’nın Kutusu açıldı bir kere.
 
 
 
 
 
 
İnsanın genetik haritasını çıkaran ilk bilim insanı Amerikalı Craig Venter, laboratuvar ortamında bakterilerin DNA’sını kopyalayarak ilk yapay DNA’yı üretmişti. Bilim dünyası bunu şaşkınlık ve heyecanla karşıladı. Endişe sonradan geldi. Sonuçlar iki şekilde yorumlandı; bilimde devrim ve etik problem. Ama Maryland Enstitüsü’nde çalışan ekip bir adım daha attı ve canlı bir bakteri hücresine yapay DNA’yı nakletti.
 
 
 
Yapay DNA ile yaşayan hücrenin genetik kodu laboratuvarda nasıl belirlendiyse, hücre o şekilde davrandı. Bölünerek çoğalan hücreler yapay DNA’lara sahipti. Bu da bizim dilimizle yapay bir canlının üretildiği, yaratıldığı anlamına geliyordu. Venter, yapay DNA’nın başarısının ardından “bir hücreyi bilgisayar olarak görürseniz, işletim sistemi hazır. Geriye sadece bu yazılımı yüklemek kalıyor” diye konuşmuştu; şimdi yazılım da yüklendi. Evet, tartışmalar sürüyor. Bu bilimsel sıçramanın insanoğluna ne getireceği belirsiz. Onkim Kök Hücre Teknolojileri Genel Müdürü Aysel Yurtsever (sağda) Pandora’nın Kutusu’nun açıldığını söylüyor. Sonuçlarını kestiremediğimiz ve durduramayacağız değişimlerin yaşanmasının kuvvetle muhtemel olduğunu da anlatıyor. Ona göre yeni bir çağ çoktan başladı. Yapay hayatın dünyaya kazandırdıkları, kazandıracaklarını sıralamak gerekirse; yapay bakterilerle hava kirliliğine ve küresel ısınmaya önlem alınabilmesi, koruyucu tıbbın en üst seviyeye çıkması, kaliteli ve uzun ömür, yeni enerji kaynakları, açlığa karşı ucuz ve kaliteli besin üretimi ve daha pek çok muazzam gelişmenin kapısı aralanıyor. Aynı kapıdan gelenler arasında Hollywood filmlerinin senaryolarından daha rahatsız edici olanlar da var; yeni hastalıklar, yaratılan hastalıklar yani biyolojik silahlardaki çeşitlilik, sipariş insanlar, iktidar çatışmasında bu teknolojilerin payı, toplumdaki uçurumun iyice açılması, üstün ırk yaratma hırsı.
 
- Geçen hafta “sentetik hücre” ve “yapay hayata ilk adım” kavramlarını duyduk. Zira gündem çabuk ve sert şekilde değişti ama bu konuda bilmediğimiz, anlamadığımız çok şeyin olduğunu unutmadık. Kopyalanan koyun Dolly’nin bilimsel olarak kapıyı çaldığı, sentetik hücre üretiminin ise kapıyı kırdığı söyleniyor. Nedir hikâyenin aslı?
 
- Dolly klonlamaydı, kopyalamaydı. Basit şekliyle genetik bir benzerin üretilmesi anlamına geliyordu. Şu anki gelişmeye göre çok masum bir ilerleme bu. Şimdi, yaratmak hayal gücüyle sınırlanıyor, aslında sınırsızlık demek daha doğru. Sentetik hücre, cansızdan üretiliyor. Canlı üremek ister, bu onun doğası çünkü amacı neslini sürdürmektir. Cansız ürer mi? Hayır. Pandora’nın Kutusu bu noktada açılıyor. Cansıza canlılık özelliği katarsam, ürer. O üremeyi kontrol edebilir miyiz? Edemezsem? Sonuçlarını tam bilemediğimiz bir gelişme var önümüzde. Genetik kirlilik de çok yakında gündemimize düşecek.
 
- Dünya ve hayat manipüle edilmiyor mu bu şekilde?
 
- “Manipüle edilmiş dünya”, doğal dünyanın rahminde büyüyor. Bugünkü karmaşık, kalıcı olmayan yapıdaki doğal dünya, milyarlarca yıllık bir evrimin sonucu. Doğal ayıklanma ve genetik değişim mekanizmaları, türleri zaman içinde biçimlendirmiş, değiştirmiş, ortadan kaldırmış ve dönüştürmüştür. Günümüzde biyoteknolojiyle manipüle edilmiş, evrimsel modellerin yol açacağı dalgalanmalar, tüm toplumsal değerlerimizi zorluyor. İlerlemeler mülkiyetin toplumsal temelinin genişlemesini değiştirecek. Buna karşı ya kesin pozitif tutarlı bir yanıt verilecektir ya da sistem “tersinden çözüm” geliştirecektir. Demek istediğim artık sanayi çağı kapanıyor. Başka bir çağ başlıyor. 21. yüzyılın sonunda bambaşka bir dünyaya uyanacağız.
 
- Daha anlaşır şekilde örneklersek, bu gelişme nelere gebe?
 
- Gelişmelere çift taraflı bakmak gerekli. Şunu biliyoruz ki insanlar varoluştan bu yana ölümsüzlüğü istiyor. Elbette bu ölümsüzlük bedensel değil, genetik aktarımın sonsuza taşınması anlamında kullanılıyor. Doğa bu anlamda kendini dengeliyor olsa da günümüzde bunun önüne geçmek mümkün. Yeni gelişmelerle insanlık adına çığır açılması kaçınılmaz. Hastalıkların önüne geçmek, koruyucu tıbbın yükselişi bu şekilde kamu masrafları ve zaman kaybını önlemek, erken tanı da devrim, organ nakli ve üretiminde inanılmaz gelişmeler, uzun ve kaliteli ömür ki 120 yıldan belki de 200 yıla kadar, hiç olmazsa 80 yaşında seks yapabilmek, tükenmeyen ya da yenilenebilir enerji kaynakları, açlığa karşı ucuz gıda üretim imkânı ve daha sayılabilecek onlarca çılgın gelişme…
 
Üstün ırk tehditi
 
- Koruyucu tıbbın önünün açılması, ömrün uzaması, hatta 80 yaşında seks yapabilmek fikri güzel de, sentetik hücre devrimi sermayenin, siyasi erkin elinde iktidar aracı olursa ki muhtemel, ürkütücü değil mi?
 
- Evet, ürkütücü, fazlası da var. Tüm bunlar, dünyada iktidara sahip olma histerisinde büyük bir çatışma alanı. Yine de biyoteknolojik manipülasyonlar konusundaki tartışmaların hiçbiri teknolojinin ilerlemesini durduramaz. Yeni teknolojik gelişmeler, yeni düzenlemeleri de beraberinde getirecektir. Bilimin neyi nasıl yapacağını, teknolojinin yaşamımıza nasıl yansıyacağını, toplumdaki egemen sosyal ve ekonomik güçler belirliyor. İnsan soyunu kurtarmak, yoksulluğa son vermek, gerçek özgürlük ancak toplum ve insan çıkarını başa alan doğayla barışık, kolektif üreticilerin, kolektif denetimiyle mümkün.
 
- Bu gelişmeler “insan siparişi”ne kadar gidiyor. İstediğiniz özelliklerde ve yeteneklerde çocuk yapabilmek buna dahil. Talep, insanların parasına ve arzularına bırakılırsa bu işin sonu olur mu ya da “üstün ırk” yaratmak gibi bir fantezi?
 
- Yaratıcı ya da yetenekli insanlar sipariş etmek işin kolay kısmı. Tabii bu ne kadar kendi çocuğunuz oluyor, kişinin zihniyetiyle orantılı. Yakın zamanda her şey için bir kılıf uydurulabilir. Arap ülkeleri Behlül’ü beğeniyormuş, kimileri de Bihter hastası. Tüm dünyada Behlüller ve Bihterler olur mu? Olur. Sermayenin el attığı her şey çirkinleşecektir. Düşünülmesi gereken bunu devletlerin nasıl kontrol edip, nasıl kullanacak olduğu. Çünkü işin silah boyutunda bir spreyle binlerce kişiyi zehirleyebilirsiniz. Irk yaratma derdine gelince öjenik uygarlık tehdidi biliniyor. Öjenik, iyileştirilmiş, üstünleştirilmiş doğum ve tohum anlamına geliyor. Bunu Hitler idea haline getirmişti. Tüyleri diken diken eden bir şey. Film senaryosu gibi, farkı bunlar çok gerçek. Aristokrasisi zengin, kusursuz fizikleriyle fabrikasyon bir ırkın önünde diğerleri ne kadar direnebilir? İşte o yüzden tehlike siyasi. Türkiye’de araştırmalar yasak. Üzücü ki bu yasak, olanları algılamamızı da engelliyor, bizi savunmasız bırakıyor. Kamu, endüstri ve akademik birliktelik ile bunun denetimi yapılarak araştırmaların başlaması gerekli, acilen!
 
- GDO’larda da aynı sıkıntı vardı.
 
- Hem yasaklıyoruz hem genetiği ile oynanmış tohumları kullanıyoruz. Bize gelen her şey genetik olarak oynanmış olanlar.
 
- Bu konuda en ileri ülkeler hangileri?
 
- İran inanılmaz bir ilerleme kaydetti. Hayali zorlayan teknolojilere sahipler. Amerika’dan üstünler. İlk beşi sıralamak gerekirse İngiltere, Rusya, Çin, İsrail, İran.
 
Parmak izi bile artık tek değil
 
Kimerik canlılara evriliyoruz. Daha anlaşılır şekliyle iki DNA’lı bir canlı demek. İlginç bir örnekle de literatüre giriyor; İngiltere’de bir boşanma davasında yüklü miktarda para talep ediliyor. Ortada üç çocuk var. Baba DNA testi yaptırıyor. Baba yüzde yüz baba ama teste göre anne çocukların annesi değil! Kadın hapse atılıyor. Neden açık; “kimden çaldın bu çocukları?” suçlaması var. Araştırma derinleştiriliyor ve annenin rahim dokusundaki testler sonunda çocukların onun olduğu anlaşılıyor. Yani insan da evriliyor. Artık parmak izi bile tek ve güvenilir değil. Neyle karşı karşıya olduğumuzu bilmemiz gerekli.
 
Ali Deniz Uslu 
 
7 Haziran 2010
 
 
 
Kaynak:
 
 
 


Kanıtlandı: Neandertal geni taşıyoruz!
e-PostaYazdırPDF
eclipse tarafından yazıldı. | 07 Mayıs 2010
Posted in
Haberler - Evrim Haberleri
 
 
Afrikalılar dışında tüm insanların yüzde 1-4 arasında Neandertal geni taşıdığı, iki insan soyunun Ortadoğu’da karıştığı ortaya çıktı.
 
Günümüz insan genomunun (kalıtım şifresi) çözülmesinden yalnızca 10 yıl sonra bilimciler, şifremizde soyu tükenmiş bir akrabamızın, Neandertal insanının izlerini saptadılar.
 
aa
 
 
 
Science dergisinin 7 Nisan tarihli sayısında yayımlanan Neandertal genomu ön taslağının Dünyanın farklı bölgelerinden insanların genomlarıyla karşılaştırılması, Afrikalılar dışında tüm insanların yüzde 1 ile 4 arasında değişen oranlarda Neandertal geni taşıdığını ortaya koydu.

Kısa süre öncesine kadar bu iki insan türü arasında döl (dolayısıyla gen) alışverişi olmadığına inanılıyordu.
 
 
Almanya’daki Max Planck Evrimsel Antropoloji Enstitüsü Evrimsel Genetik Bölümü Direktörü Svante Paabo yönetimindeki ekibin bulgularına göre, modern insanla Neandertaller arasındaki gen karışımı,  günümüzden 100.000 ile 50.000 yıl öncesini kaplayan bir aralıkta ve büyük olasılıkla 80.000 yıl önce Ortadoğu’da meydana gelmiş.

Bulgular, gen akışının Neandertaller'den modern insana olduğunu gösteriyor.

Araştırmacılar, Neandertal gen haritasının büyük bölümünü oluşturduktan sonra, aradaki farkları ortaya çıkarmak için bunu, biri Güney Afrikalı, biri Batı Afrikalı, biri Pasifik’teki Papua Yeni Gine yerlisi, biri Çinli biri de Fransız olan beş kişinin, ayrıca da bir şempanzenin genomuyla karşılaştırmışlar.

Sonuçlar, Neandertal genomunun, öteki bölgelerden insanların genomuna Afrikalılardan daha yakın olduğunu ortaya koyuyor. Bunun da anlamı, modern insanın Afrika’dan Dünya’ya yayılırken Mezopotamya ya da Bereketli Hilal diye de tanınan bölgede Neandertallerle karşılaştıkları ve onlardan aldıkları genleri daha sonra yayıldıkları dünyanın öteki bölgelerine taşımış olmaları.  

Araştırmacılar gen akışının Neandertallerden modern insana olduğunu kaydediyorlar.

Kısa süre önce Amerikalı antropologlar da çeşitli coğrafyalardan yaklaşık 2000 kişiden alınan DNA örnekleriyle yürüttükleri çalışmalar sonucu, modern insanların da bir miktar Neandertal geni taşıdığı ve iki tür arasında biri Ortadoğu’da, biri de Doğu Asya’da olmak üzere en az iki kez cinsel temas olduğunu açıklamışlardı.

Neandertal DNA’sına ait 4 milyara yakın baz çiftini inceleyen Max Planck ekibince açıklanan çarpıcı bir bulgu da Neandertal genomunun modern insan genomuyla  yüzde 99,7  şempanze genomuyla da yüzde 98,8 oranında aynı olması. Araştırtmacılar modern insan ve Neandertal genlerince üretilen proteinlerden yalnızca 88’inin farklı olduğunu belirlemişler.
 
Bilimsel adıyla Homo sapiens neandertalis ile modern insanın (Homo sapiens sapiens) atalarının yaklaşık 440.000  yıl önce Afrika’da ortak bir atadan ayrıldığı düşünülüyor. (İnsanın daha eski atalarının şempanzelerle ortak bir atadan ayrılması ise 6,5 milyon yıl öncesine tarihlendiriliyor.) Fosil kayıtlarına göre Afrika’dan göç edip Avrupa, Güney Sibirya ve Ortadoğu’yu da kapsayan geniş bir alana yayılmış olan Neandertaller 30,000 yıl önce yok oluyorlar.

İnsanın bu en yakın akrabasının Neandertal diye adlandırılmasının nedeni ilk fosilinin Almanya’da Neander adını taşıyan vadide (tal) bulunmuş olması.

Çalışmayı yürüten araştırmacılar, bu bulgulara Hırvatistan, Rusya, İspanya ve Almanya’da bulunan Neandertal kemiklerinden elde edilen 1 milyar DNA “kırıntısını” inceleyerek ulaşmışlar. DNA’nın büyük kısmıysa, Hırvatistan’daki Vindija mağarasında bulunan üç Neandertal kadına ait 38.000 yıllık fosillerden alınan 400 miligramlık kemik tozundan sağlanmış. Fosiller, 40.000 yıla yakın süre  üzerlerinde yaşayan bakterilerin DNA’sıyla kirlenmiş olduğundan, Neandertallere ait olan parçacıkları ayıklayabilmek için özel teknikler kullanılmış.
 
Genom, tüm canlılara fiziksel ve zihinsel özelliklerini veren, hastalıklara eğilimlerini belirleyen genlerin sayısını ve yerlerini belirleyen bir tür haritaya deniyor. Yaşamımız için gerekli proteinlerin şifrelerini taşıyan genler, tüm canlı hücrelerinin çekirdeklerinde bulunan kromozomlar üzerine sarılı olan ve yangın merdivenini andıran sarmal bir yapıda uzun çekirdek asitleri olan DNA molekülleri üzerine dağılmış özel bölgeler. Baz denen küçük moleküllerin farklı özel dizilimlerinden oluşmuş bölgeler. Bu bazları birer harfe benzetecek olursak, genler, rastgele dizilmiş harf çiftleri içinde anlam taşıyan sözcükler oluyor. Sözcüklerin sayısı çok fazla değil. İnsan genomu, herbiri farklı azot fosfat ve şeker gruplarından oluşan küçük moleküllerin ilk harfleri olan A, C, G, T adlarını taşıyan toplam altı milyar bazdan oluşuyor. Birbiri etrafında dolanan iki iplik gibi dizilmiş DNA molekülü, ipliklerden biri üzerindeki bazın, karşı iplikteki bir başka baza yapışmasıyla oluşan baz çiftlerinden meydana geliyor. Bu bazlardan A, yalnızca T ile çift oluşturabiliyor, C ise yalnızca G ile.

İnsan genomundaki 3 milyar çift baz dizilimi üzerinde özel bölgeler oluşturan ve çeşitli proteinlerin kodlanma talimatını taşıyan ve bunları yeni kuşaklara aktaran genlerin sayısı 25,000’in altında.


http://www.ntvmsnbc.com/id/25091674
 


IQ seviyesi yükseldikçe Tanrı inancı azalıyor



Dini kurallara uymada gözlenen azalma, toplumsal zeka seviyesinin yükselmesiyle doğrudan bağlantılı mı?

İngilizlerin saygın yayın organı Telegraph gazetesinin web sayfasında 12 Haziran günü akşam saatlerinde yayına giren haber geniş bir tepki yaratmış görünüyor.

Habere göre, Ulster Üniversitesi kıdemli Psikoloji Profesörü Richard Lynn, entellektüel elit arasında yer alan kişiler arasında ateist olanların sayısının genel toplum ortalamasından daha yüksek olduğunu söyledi.

Profesörün tezine göre, geçtiğimiz asırda dini kurallara uyulmada gözlenen azalma, toplumsal zeka seviyesinin giderek yükselmesiyle doğrudan bağlantılı. 21.Yüzyıl'ın şu döneminde hem Doğu'da hem Batı'da gözlenen dini uyanış ise, bu sürecin geriye doğru işlediğini gösteriyor.

Akademik 'Intelligence' dergisinde yayınlanan makalede varılan sonuçlar bazı eleştirmenlerce 'aşırı basitleştirilmiş genellemeler' olarak yorumlandı.

Daha önce yaptığı araştırmalarda zeka konusunu ırk ve cinsiyet gibi değişkenlere bağlaya-ak aradaki ilişkileri açıklamaya yönelik araştırmalar yürütmüş ve bu tarz 'dobra' çalışmalarıyla tepki toplamış olan Profesör Lynn, üniversite öğretim üyeleri arasında Tanrı'ya inananların genel toplum ortalamasından çok daha düşük olduğunun altını çiziyor.

Kraliyet Akademisi tarafından gerçekleştirilen bir araştırmada; İngiliz üniversitelerindeki öğretim üyelerinin yalnızca % 3.3'ü Tanrı'ya inanırken , İngiliz toplumunda Tanrıya inanan insanların oranı %68,5 olarak tespit edilmişti.

1990'larda ABD'de yürütülen benzer bir çalışmada Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi üyeleri arasında Tanrı'ya inananların oranı %9 olarak bulunmuştu ki dindarlığıyla ünlü Amerikan toplumu geneliyle kıyaslandığında çok düşük bir oran bu.

İngiliz bilim adamı Richard Dawkins'in geçtiğimiz dönemde yazdığı ve Türkçe'ye de çevrilen God Delusion (Tanrı Yanılgısı) adlı kitapta da akademisyenler ve sanatçılar arasında dinsel inançların toplumun geri kalanına oranla çok daha düşük hatta yok denecek kadar az olduğu vurgulanmaktaydı.
Pek çok ilkokul çocuğunun Tanrıya inandığını ancak ilerleyen yıllarda -zeka seviyeleri yükseldikçe- çocukların zihinlerinde şüpheler oluştuğunu belirten Profesöy Lynn, Times Higher Education dergisine verdiği demeçte ''Niçin toplumun geri kalanına kıyasla daha az akademisyen Tanrı'ya inanıyor? Sanırım bu sadece IQ meselesi. Akademisyenlerin ortalama IQ düzeyleri toplumun genel ortalamasından yüksektir. Genel halk kitleleri üzerinde Gallup'un yaptığı çeşitli kamuoyu araştırmalarında yüksek IQ'ya sahip insanların Tanrı'ya inançlarının daha az olduğu zaten saptanmıştı.'' demişti

20.Yüzyıl boyunca 137 gelişmiş ülkede insanların daha iyi beslenme sonucu nesilden nesile daha yüksek IQ düzeylerine ulaştığı ve bu nedenle dini inançların inişe geçtiğini söyleyen Profesör Lynn'e itiraz eden ilahiyatçılar ise "zeka konusunun bu tarz bir araştırmaya konu edilmesinin toplumsal anlamda tehlikeler içerdiğine" dikkat çekiyorlar.


PROFESÖR RICHARD LYNN KİMDİR?

1930 doğumlu İngiliz Psikoloji Profesörü Richard Lynn, Cambridge Üniversitesi mezunu olup 'Emeritus' ünvanına sahip bir profesör. Yani aslen emekli olmasına rağmen olağanüstü yüksek akademik başarıları nedeniyle hala saygın bir üniversite kürsüsü sahibi.

Cinsiyet ve din gibi faktörlerin zeka üzerindeki etkilerini araştırdığı çalışmalarıyla bir takım tepkilerin hedefi olan Profesör, 50 yılı aşkın bilimsel kariyerinde şu ana kadar 11 kitap ve 200'ün üzerinde bilimsel makale yayınladı.

Laboratuvarda insan kalbi üretildi.

    Gönderim Zamanı: 05-Nisan-2011 Saat 14:20




 

 

Miller-Urey Deneyi ve Harun Yahya'nın Yanılgıları

Miller-Urey Deneyi ve Harun Yahya'nın Yanılgıları 1


Harun Yahya, Evrim Aldatmacası kitabının Evrimin Moleküler Çıkmazı bölümünde Miller-Urey deneyinin başarısız bir deneme ve geçersiz bir deney olduğunu söylüyor. Bu deneyin kendi içinde birçok tutarsızlık içerdiğini, bu sebeple de Evrim Teorisinin bir moleküler çıkmaz içinde olduğunu iddia ediyor. Şimdi hep beraber Harun Yahya’nın bu iddialarını inceleyelim. İlk iddia şöyle (Harun Yahya, Evrim Aldatmacası, 2005, s. 148):

 

Miller’ın, ilkel dünya koşullarında amino asitlerin kendi kendilerine oluşabileceklerini kanıtlamak amacıyla yaptığı deney birçok yönden tutarsızlık göstermektedir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

1- Miller deneyinde, “soğuk tuzak” (cold trap) isimli bir mekanizma kullanarak amino asitleri oluştukları anda ortamdan izole etmişti. Çünkü aksi takdirde, amino asitleri oluşturan ortamın koşulları, bu molekülleri oluşmalarından hemen sonra imha edecekti.

Halbuki ilkel dünya koşullarında elbette bu çeşit bilinçli düzenekler yoktu. Ve mekanizma olmadan herhangi bir çeşit amino asit elde edilse bile, bu moleküller aynı ortamda hemen parçalanacaklardı. Kimyager Richard Bliss’in belirttiği gibi, “bu soğuk tuzak olmasa, kimyasal ürünler elektrik kaynağı tarafından tahrip edilmiş olacaktı”. 

Nitekim Miller, soğuk tuzak yerleştirmeden yaptığı daha önceki deneylerde tek bir amino asit bile elde edememişti.

116 Richard B. Bliss & Gary E. Parker, Origin of Life, California: 1979, s. 14

Elbette doğada deneylerdeki gibi bilinçli yapılar yoktur. Ama bilinçli yapılar olmaması deneylerdeki işlevi görecek doğal yapılar veya ortamlar olmadığı anlamına gelmez. Nitekim Dr. Ümit Sayın, Dünyada Organik Yaşamın Başlangıcı başlıklı makalesinde bu konuya değiniyor ve şöyle diyor:

Yaratılışçılar, ilk dünya koşullarında amonyak olmadığını, Miller’in ise soğuk tuzak denilen bir yöntemle amino asitleri elde ettiğini, Miller’in koşullarının bilinçli olarak çok yapay hazırlandığını ve sonuçların bilimsel bir sahtekarlık olduğunu söylemektedirler. Öncelikle Miller’in düzeneği tabii ki yapaydır; ama biyokimyada yapay olmayan koşullarda kontrollü deney yapılamaz ki; soğuk tuzak denilen ve reaksiyon ürünlerini soğutan bir düzenek kullanılmış olabilir; ama doğada bunun bir benzerinin var olmadığını söylemek, üstelik de 3.5-4.5 milyar yıl öncesinde gelişen olaylardan çok emin ifadelerle bahsetmek ancak, Yaratılışçılar gibi bilimi ayaklar altına alan, çıkaracakları sonuçlara önceden fikse olmuş insanlarda görülebilen bir düşünce hatasıdır. Örneğin okyanusların tabanlarındaki sıcak su kaynaklarının birden soğuyarak okyanusa karışması bahsedilen “soğuk tuzağı” doğal koşullarda oluşturabilir; doğadaki bugün tahmin edilemeyen pek çok yapı bunu meydana getirebilir. Nitekim, sadece sıcak su kaynaklarında mevcut bu ısının bile sığ okyanus sahillerinde suda çözünmüş amonyum (NH4), metan (CH4), karbon dioksiti (CO2) (veya su yüzeyindeki atmosferdeki gazları da katarak) reaksiyona sokabileceğini gösterir. Organik maddelerin ve ilk yaşamın denizlerdeki, gollerdeki, volkanik ortamlardaki sıcak su kaynaklarının bulunduğu yerde oluştuğu konusunda pek çok fikir de ortaya sürülmüştür.

Görüldüğü gibi doğada bu tip yapılar doğal olarak varolabiliyor. Bu sebeple Harun Yahya’nın Miller-Urey deneyinin geçersiz olduğunu iddia ederken ortaya koyduğu ilk argüman aslında tamamen geçersiz.

Şimdi Harun Yahya’nın kitabındaki ikinci iddiaya geçelim (Harun Yahya, Evrim Aldatmacası, s. 148-149):

2- Miller’ın deneyinde canlandırmaya çalıştığı ilkel atmosfer ortamı gerçekçi değildi. 1980′li yıllarda bilim adamları ilkel atmosferde, metan ve amonyak yerine azot ve karbondioksit bulunması gerektiği görüşünde birleştiler. Nitekim uzun süren bir sessizlikten sonra Miller’ın kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti. 117 Peki Miller neden bu gazlar konusunda ısrar etmişti? Cevap basitti: Amonyak olmadan, bir amino asitin sentezlenmesi imkansızdı. Kevin Mc Kean, Discover dergisinde yayınladığı makalede bu durumu şöyle anlatıyor:

Miller ve Urey dünyanın eski atmosferini metan ve amonyak karıştırarak kopya ettiler… Oysa son çalışmalarda o zamanlar dünyanın çok sıcak olduğu ve ergimiş nikel ile demirin karışımından meydana geldiği anlaşılmıştır. Böylece o dönemdeki kimyevi atmosferin daha çok azot, karbondioksit ve su buharından oluşması gerekir. Oysa bunlar organik moleküllerin oluşması için amonyak ve metan kadar uygun değildirler. 118

Nitekim Amerikalı bilim adamları J.P. Ferris ve C.T. Chen, karbondioksit, hidrojen, azot ve su buharından oluşan bir karışımla Miller’ın deneyini tekrarladılar ve bir tek molekül amino asit bile elde edemediler. 119

117 Stanley Miller, Molecular Evolution of Life: Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, 1986, s. 7
118 Kevin Mc Kean, Bilim ve Teknik, Sayı 189, s. 7
119 J. P. Ferris, C. T. Chen, “Photochemistry of Methane, Nitrogen, and Water Mixture As a Model for the Atmosphere of the Primitive Earth”, Journal of American Chemical Society, cilt 97:11, 1975, s. 2964

Miller-Urey deneyinde ilkel atmosfer koşullarını oluşturmak için NH3 ve CH4 -ve bunların yanında H2O (su) ve H2 (hidrojen) de- kullanılmıştı çünkü o zamanlar ilkel atmosferde bu moleküllerin olduğu düşünülüyordu. Ama daha sonraları ilkel atmosferde bu gazların olmadığı anlaşıldı. İlkel atmosferin çoğunlukla CO2 (karbondioksit) ve N2 (nitrojen) ve biraz da CO (karbonmonksit) gazlarından oluştuğu anlaşılmıştır (1, 2, 3, 4). İlkel atmosferle ilgili elde edilen yeni bilgiler ışığında Miller-Urey deneyi birçok kere tekrarlanmış ve CO, CO2, N2 kullanılarak elde edilen sonuçların Miller-Urey deneyindeki gibi CH4 ve NH3 kullanıldığında elde edilen sonuçlarla aynı olduğu görülmüştür (5, 6). Yani bu sonuçlardan anlaşılabileceği gibi Harun Yahya’nın iddia ettiği gibi Amonyak (NH3) olmadan amino asit sentezlenmesi imkansız değildir, tam tersine bunun mümkün olduğu deneylerle kanıtlanmıştır (5, 6). Ayrıca Miller-Urey deneyindeki gibi elektrik boşalması (electric discharge) kullanmak yerine kozmik radyasyon (5) ve yüksek sıcaklık (7) kullanılarak da aynı sonuçlara ulaşılmıştır.

 

Tüm bunların dışında 28 Eylül 1969′da Avusturalya’nın Murchison bölgesine düşen bir göktaşında çoğu dünyada bulunayan 70′in üzerinde amino asit bulunmuştur (8, 9). Sırf bu kanıt bile amino asitlerin evrende doğal sebeplerle kendiliğinden oluşabileceğini göstermektedir.

Ayrıca 2005 yılında Colorado ve Waterloo Üniversitelerindeki bilim adamlarının yaptıkları araştırmalarda ilkel dünya atmosferinde %30′un üzerinde H2 (hidrojen) olduğu sonucuna ulaşıldı (10). Buna göre ilkel atmosfer koşullarının, organik moleküllerin (ve dolayısıyla yaşamın) oluşmasına eskiden düşünülenden çok daha fazla uygun olduğu sonucu ortaya çıkıyor.

Şimdilik bu yazımı burda bitirmek istiyorum. Harun Yahya’nın Miller-Urey deneyi ve sonuçlarıyla ilgili yanılgılarına başka bir yazımda devam edeceğim.


Miller-Urey Deneyi ve Harun Yahya'nın Yanılgıları 2
Harun Yahya’nın Miller-Urey deneyiyle ilgili yanılgılarını incelemeye devam ediyoruz. Harun Yahya iddialarına şöyle devam ediyor (Harun Yahya, Evrim Aldatmacası, 2005, s. 149):
3- Miller’ın deneyini geçersiz kılan bir diğer önemli nokta da, amino asitlerin oluştuğu öne sürülen dönemde, atmosferde amino asitlerin tümünü parçalayacak yoğunlukta oksijen bulunmasıydı. Miller’in gözardı ettiği bu gerçek, yaşları 3.5 milyar yıl olarak hesaplanan taşlardaki okside olmuş demir ve uranyum birikintileriyle anlaşıldı.120

Oksijen miktarının, bu dönemde evrimcilerin iddia ettiğinin çok üstünde olduğunu gösteren başka bulgular da ortaya çıktı. Araştırmalar, o dönemde dünya yüzeyine evrimcilerin tahminlerinden 10 bin kat daha fazla ultraviyole ışını ulaştığını gösterdi. Bu yoğun ultraviyolenin atmosferdeki su buharı ve karbondioksiti ayrıştırarak oksijen açığa çıkarması ise kaçınılmazdı.
Bu durum, oksijen dikkate alınmadan yapılmış olan Miller deneyini tamamen geçersiz kılıyordu. Eğer deneyde oksijen kullanılsaydı, metan, karbondioksit ve suya, amonyak ise azot ve suya dönüşecekti. Diğer taraftan, oksijenin bulunmadığı bir ortamda-henüz ozon tabakası var olmadığından-ultraviyole ışınına doğrudan maruz kalacak olan amino asitlerin hemen parçalanacakları da açıktı. Sonuçta ilkel dünyada oksijenin var olması da, olmaması da amino asitler için yok edici bir ortam demekti.
120 “New Evidence on Evolution of Early Atmosphere and Life”, Bulletin of the American Meteorological Society, cilt 63, Kasım 1982, s. 1328-1330
Dünya üzerinde yaşamın 3.8 milyar yıl önce başladığı düşünülmektedir (1, 2). Önemli olan yaşam başlamadan önceki dönemde atmosferde yeterli miktarda serbest O2 olup olmadığıdır. Bilimsel çevrelerdeki yaygın görüş yaşamın oluşumundan önce atmosferdeki serbest O2 oranının %0.1 veya daha az olduğu yönündedir (3). Zaten 2.5 milyar yıldan yaşlı kayalarda bulunan demir ve uranit miktarlarından da o zamanki atmosferde serbest oksijenin eser miktarda olduğu anlaşılmaktadır (4). Bunların yanında yerkabuğun manto tabakasında yapılan kimyasal incelemeler dünyanın ilk oluşumunda atmosferde oksijen olmadığını göstermektedir (5). Ayrıca güncel bilgilere göre 2.3 milyar yıl öncesine kadar atmosferdeki oksijen miktarının artmadığı da bilinmektedir (3, 6). Atmosferdeki oksijen miktarının fotosentez yapan canlıların evrimleşmesiyle birlikte artmaya başlamıştır. Ayrıca 2.5 milyar civarı yıllık bir kayada oksitlenmemiş Seryum bulunmuştur ki bu yüksek miktarda oksijen içerdiği iddia edilen bir atmosfer koşulunda mümkün değildir (7).
Harun Yahya’nın UV (morötesi) ışınların su buharı ve karbodioksiti ayrıştırarak oksijen açığa çıkarması ile ilgili söyledikleri ise gerçekleri yansıtmamaktadır. İlkel atmosferde yaşamın ortaya çıktığı düşünülen zamanda ozon tabakası zaten vardı. Ozonda, suda ve su buharında bol miktarda oksijen atomları mevcuttu. Ama yukarda da açıkladığım gibi serbest oksijen eser miktardaydı. Miller-Urey deneyinde oluşan yapıların parçalanmasına sebep olacak şey serbest oksijendir, su buharı, ozon veya diğer moleküllerin içindeki oksijen atomları değil. Aynı şekilde UV ışınların amino asitleri hemen parçalayacağı iddiası da gerçekçi değil. Bunun bir sebebi yaşamın ilk olarak okyanusların derinliklerinde jeotermal yarıkların etrafında yani UV ışınlarından uzakta başlamış olduğu düşüncesidir. Ayrıca Dünyaya düşen göktaşlarında bulunan amino asitler, bu düşünceyi geçersiz kılmaya yeterli olacaktır çünkü bu göktaşları hem uzayda hem de atmosfere girdikten sonra ozon tabakasına gelene kadarki bölümde Güneşten gelen UV ışınlarına direk olarak maruz kalmaktadırlar.
Bunların dışında yapılan bazı araştırmalarda UV ışınlarına direk maruz bırakılan RNA ve DNA moleküllerinin azotlu bazlarının, UV ışınlarını absorbe ederek molekülün genel yapısını bozulmasının engellediği görülmüştür (8, 9). Azotlu bazlar UV ışın altında bir anlamda feda edilerek genel yapının korunmasını sağlamaktadır. Ayrıca basit organik maddelerin bulunduğu bir ortam UV ışınlarına maruz bırakıldığında bazı kimyasal bağların koparak yeni bağlar oluşmasına sebep olduğu ve böylece daha kompleks moleküllerin oluştuğu gözlemlenmiştir (10, 11).
Harun Yahya’nın Miller-Urey deneyiyle ilgili son iddiasına da bakalım (Harun Yahya, Evrim Aldatmacası, s. 149-150):
4- Miller deneyinin sonucunda, canlıların yapı ve fonksiyonlarını bozucu özelliklere sahip organik asitlerden de çok miktarda oluşmuştu. Amino asitlerin, izole edilmeyip de bu kimyasal maddelerle aynı ortamda bırakılmaları halinde ise, bunlarla kimyasal reaksiyona girip parçalanmaları ve farklı bileşiklere dönüşmeleri kaçınılmazdı.
Ayrıca deney sonucunda ortaya bol miktarda sağ-elli amino asit çıkmıştı. Bu amino asitlerin varlığı, evrimi kendi mantığı içinde bile çürütüyordu.121 Çünkü sağ-elli amino asitler, canlı yapısında kullanılamayan amino asitlerdi. Sonuç olarak Miller’ın deneyindeki amino asitlerin oluştuğu ortam, canlılık için elverişli değil, aksine ortaya çıkacak işe yarar molekülleri parçalayıcı, yakıcı bir asit karışımı niteliğindeydi.
121 Richard B. Bliss & Gary E. Parker, Origin of Life, California, 1979, s. 25
Miller-Urey deneyinde ortaya çıkan amino asitlerin çoğu Harun Yahya’nın söylediği gibi sağ elli değildir. Stanley Miller, bir röportajda deney sonucunda elde edilen sağ elli (D amino asit) ve sol elli (L amino asit) amino asitlerin sayılarının eşit olduğunu belirtmiştir. Canlılardaki proteinlerin büyük bir bölümünü L amino asitlerden oluşur. D amino asitler bacterilerin hücre duvarların bolca bulunur. Ayrıca Dünyaya düşen göktaşlarında L amino asitlerin D amino asitlere göre daha fazla olduğu görülmektedir (12). Ayrıca oluşan ortamın yıkıcı olduğu gerekçesiyle animoasitlerin kendiliğinden oluşsa bile yok olmaya mahkum olduğu argümanı daha önce de belirtmiş olduğum, uzaydan gelen meteoritlerdeki aminoasitlerin varlığı varlığı karşısında geçersiz hale gelmektedir.
Görüldüğü gibi Harun Yahya’nın ortaya koyduğu iddialar tamamen temelsiz ve gerçek dışıdır. Miller-Urey deneyi üzerinden Evrim Teorisine saldırmaya çalışıyor ama insanlara gerçekleri değil olmasını istediği şeyleri anlatıyor ve insanları bunlara inandırmaya çalışıyor.



Küçülen koyunların sırrı
 
İskoçya'da yapılan bir araştırmaya göre iklim değişimi, yabanıl bir koyun cinsinin küçülmesine yol açıyor.

Soay koyunları
Araştırma, Hirta adasında yaşayan Soay cinsi koyunlar üzerinde yapıldı.

Bilim adamlarına göre artık havalar daha sıcak olduğu için daha minyon yapılı koyunlar hayatta kalabiliyor; bu da cinsin genelinde küçülmeye yol açıyor.

Science dergisinde yer alan makalede, bu durumun evrim ile çevre arasındaki alışverişi gösterdiği belirtiliyor.

Klasik evrim teorisi, yalnızca daha güçlü ve büyük hayvanların hayatta kalmasını öngörüyor.

 

 100 yıl sonra 'cep koyunu' büyüklüğündeki sürülere minik süs köpeklerinin bekçilik ettiği günleri de görür müyüz, bilemem
 
Profesör Tim Coulson

Bilim adamları St Kilda takım adalarındaki Hirta adasında yaşayan Soay koyunlarını 1985'ten beri inceliyor.

Aradan geçen 24 yılda koyunların %5 küçüldüğü, bacaklarının kısalıp, kilolarının azaldığı saptanmış.

Soay cinsi yabanıl koyunların küçüldüğü ilk kez 2007 yılında bildirilmiş, ancak bu ilginç olayın sebebi açıklanamamıştı.

Araştırma ekibinin başkanı olan Londra'daki Imperial College'den Profesör Tim Coulson, koyun ve bitkilerden başka birşey bulunmayan adanın kendileri için "adeta doğal bir laboratuar" olduğunu söyledi.

Son 20 yılda toplanan son derece geniş bir veri tabanı üzerinde çalıştıklarını belirten Profesör Coulson çevresel koşulların, evrimden gelen büyüme eğiliminin önüne geçtiğini belirtti.

Coulson'a göre geçmişte Hirta adasının soğuk kışlarına yalnızca büyük ve sağlıklı olan koyunlar dayanabiliyordu.

Ancak iklim değişimi yüzünden adada daha fazla ay ot bulunmaya başlayınca, daha yavaş büyüyen koyunlar da kışlara dayanabilir hale geldi.

Coulson ayrıca yetişkin koyun nüfusunda sayıları giderek artan küçük koyunların, kendilerine benzer küçük kuzular doğurduğunu söylüyor.

Gelecekte bu eğilimin devam etmesini beklediklerini belirten Coulson "Ama 100 yıl sonra 'cep koyunu' büyüklüğündeki sürülere minik süs köpeklerinin bekçilik ettiği günleri de görür müyüz, bilemem" diye konuştu.


Masallardan fırlamış gibi: Çin'de bir cüce köyü...

12/10/2009 8:16

Yazı Boyutu
Büyük
Küçük

Çin'in Kunming bölgesindeki bu mini köyün sakinleri sadece cüceler. Kunming'deki köyde yaşayabilmenin şartı 129 santimetrenin altında olmak.

Masallardan fırlamış gibi: Çin'de bir cüce köyü...



Masallar diyarını andıran köyde yaşayan 120 kişi ağaç ya da mantar şeklindeki evlerini birer turistik mekâna dönüştürmüş. Kendi polis merkezleri ve itfaiyelerini de kuran cüce köylülerin gelir kaynağı turizm.
Öte yandan birçok engelli hakları savunucusu bu köy fikrinden fazla hoşlanmışa benzemiyor. Savunucular, bu köyün engelliler hakkında kalıplaşmış önyargıları ve engellilere karşı ayrımcılığı beslediğini söylüyor. Cücelerse bu küçük insanlar kentinde yaşamaktan hayli memnun görünüyor. Turistler için dans edip aktiviteler hazırlayarak yaşamlarını kazanan kent sakinleri burada iş imkânı buluyor, kendileriyle aynı durumda olan insanlarla evleniyor ve bir hayat kuruyorlar. Cücelerin köyü, yerli ve yabancı ziyaretçilerin de akınına uğruyor. (Yaşam Servisi)

Cüce dinozorlar adası



 
Rate This


NTV Bilim/ Paleontologlar minyatür boyda dinozor fosillerinin bulunduğu bir ada keşfetti.

Dar bir yaşam alanına sıkışan türlerin zamanla küçüldüğü tezi ilk kez doğrulanmıyor. Daha önce de dünyanın farklı bölgelerinde belirli korunaklı alanlarda minyatür fil, mamut hatta ilk insan fosillerine rastlanmıştı.

Bristol, Bükreş ve Bonn üniversitelerinden uzmanların oluşturduğu araştırma ekibi, Romanya’nın Hateg bölgesinde 65 milyon yıl önce ada olan bir alanda çok sayıda minyatür dinozor fosili keşfetti. ‘Pigme Jurasik Parkı’ olarak nitelendirilen alanda yaşamış dinozorların, anakarada yaşayan kuzenlerine göre sekizde bir oranında daha küçük ebatlı olduğu tespit edildi.

Örneğin adanın sakinlerinden olan Magyarosaurus’un boyu bir atın boyunu geçmezken, anakaradaki kuzeni Argentinosaurus 30 metre boyu ve 80 ton ağırlığıyla yeryüzünde yaşamış en kocaman canlı.

Bulunan fosiller arasında ayrıca, normalde boyu 3 metreyi bulan ördek gagalı Iguanodon’un ‘cüce’ olanlarına da rastlandı.

Crocodylia coll. MCDRD

Karşılaştırmalı örnek olarak Romanya’da bulunan timsah diş fosillerinin boyutları Umman’da bulunan fosil timsah dişlerinden çok daha küçük..

Araştırma ekibinin lideri Prof. Michael Benton, bulunan dinozorların ‘cüceleşme’ sürecini adada mahsur kalmalarına bağladı. Benton şöyle devam etti: “Bugün herkesin bildiği meşhur dinozor türlerinin çopu Kretase (Tebeşir) Dönemi’nin sonlarında yaşamıştı. İlginç olan şu ki, o zamanlar Avrupa’nın doğusu küçük adaların doldurduğu bir denizdi. Dolayısıyla dar yaşam ve beslenme alanı olan bir bölgede yaşayan canlıların evrimsel süreçte şartlara uyum göstererek küçüldüğünü varsayabiliriz”.

Dar bir yaşam alanına sıkışan türlerin zamanla ‘küçüldüğü’ tezi ilk kez doğrulanmıyor. Daha önce de dünyanın farklı bölgelerinde belirli ‘korunaklı’ alanlarda minyatür fil, mamut hatta ilk insan fosillerine rastlanmıştı.

Araştırma, Palaeogreography, Palaeoclimatology, Palaeoecology bülteninde yayımlandı.

9 Kasım 2010

NTV Bilim





 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol