Damaseverlere Merhaba
  EVRİM3
 

  • Gen Tedavisi
kokhucre21 Gen Tedavisi
Hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaçlar, vücut dışında üretilen kimyasal maddeler. İlaçlar belli bir süre etkilerini gösteriyor ve daha sonra vücuttan temizlenerek etkilerini kaybediyorlar. İlaçların, hastalığı tedavi edici etkilerinin yanısıra istenmeyen yan etkileri de olabiliyor. Örneğin yüksek tansiyon hastalığında kullanılan bazı ilaçlar baş ağrısı, ayaklarda şişme veya iktidarsızlık yapabiliyor. Allerji için kullanılan ilaçlar uyku getirebiliyor, bu nedenle bu ilaçları alırken dikkat gerektiren işleri yapmak sakıncalı hale geliyor. Ağrı kesicilerin büyük bir kısmı uzun süre alındığında mide şikayetlerine yol açabiliyor veya böbreklerin çalı şmasını bozabiliyor. Son yıllarda üzerinde çok fazla çalışılan konu “gen tedavisi”.
Gen tedavisinde amaç, gerekli kimyasal maddeyi vücut dışarısından vermektense, vücudun gereksinim duyduğu maddeyi (proteini) sağlıklı şekilde kendisinin üretmesini sağlamak. Gen tedavisi çalışmaları son 10 yıl içerisinde büyük hız kazandı. Bu tedavi şekli kanserlerin, mikrobik hastalı kların ve genetik bozukluklara bağlı hastalıkların tedavisinde umut ışığı. Hücrelerin çoğalması ve yaşam süresi bir dizi genin kontrolü altında. Örneğin, hücre bölünmesini kontrol eden p53 gibi bazı baskılayıcı genler çalışmayı nca hücreler kontrolsüz olarak çoğalıyor. Bunun sonucunda kanser oluşuyor. Hücrelere sağlıklı genler aktararak veya bozukluğu olan gene müdahale ederek bu genlerin normal çalışması sağlanırsa hücreler normal bölünme sürecine giriyor ve programlanan süre sonunda hücre ölüyor. Bu hastalı klara ek olarak kalp, karaciğer ve böbrek gibi çeşitli organ yetmezliklerinde de gen tedavisi uygulanabilecek. Gen tedavisinde hedef, hasta hücredeki veya organdaki bozukluğu hücrelerin genetik yapısını değiştirerek düzeltmek. Bozuk olan genin yerini alacak olan normal genin, hücrelere bir şekilde ulaştırılması gerekiyor. Bunu başarmanın çeşitli yolları var. Bunlardan ilki, gerekli gen veya genleri virüsler içerisine yerleştirerek vücuda vermek. Birçok virüs hücre içerisine girdikten sonra genetik şifresini hücrenin genetik şifresine entegre ederek etkisini gösteriyor. Örneğin Herpes virüsü sinir hücrelerine girerek DNA’sını hücrenin DNA’sına ekliyor. Virüs DNA’sı hücrenin DNA’sına entegre olarak sessiz kalıyor. Soğuk algınlığı, stres, yorgunluk gibi vücut direncinin azaldığı durumlarda virüs DNA’sı aktif hale geçiyor. Bunun sonucunda dudaklarda uçuk veya ciltte yaralar oluşturabiliyor. Ancak virüslerin bu özelliğinden faydalanmak da mümkün. Vücuda zarar vermesi engellenmiş olan virüslerin kendi genetik şifresi çıkartılarak içerisine istenilen gen yerleştirilebiliyor. Daha sonra bu virüsler kişiye damar yoluyla verilip belirli hücrelerin içerisine girmeleri sağlanıyor. Hücreye girdikten sonra virüs, içerisindeki geni hücre çekirdeğine aktarıyor. Hücre çekirdeğine giren gen, hücrenin kendi genetik yapısına bağlanarak sanki hücrenin orijinal geni gibi görev yapmaya başlıyor. Genetik mühendisliği teknolojisi şeker hastalığının tedavisinde de kullanılıyor. Pankreas bezinde bulunan beta hücrelerinde insülin hormonunu kodlayan genin normal yapıda olmaması veya bu hücrelerin yok olması insülin hormonu üretimini engelliyor. İnsülin hormonunun yeterince üretilmemesi de şeker hastalığına yol açıyor. İnsülin, kanda şeker düzeyini ayarlayan bir hormon. Yemeklerden sonra yükselen kan şekerini hücre içine depolayarak kan şekerinin normal düzeye gelmesini sağlıyor. Eğer bu hormon yeteri kadar salgı lanmazsa kan şekeri yükselerek vücut için zararlı bir düzeye geliyor. Bu da zaman içerisinde böbrek ve kalp hastalıklarına, görme bozukluğuna yol açıyor. Tedavi edilmediği zaman şeker hastalığı insan hayatını kısaltıyor. fieker hastalığının tedavisinde diyet veya ağızdan alınan kan şekerini düşürücü ilaçlar yararlı olmazsa insülin hormonu enjekte etmek gerekiyor. İlaç olarak kullanılacak miktarlarda insülini insan vücudundan elde etmek oldukça zor. Bol miktarda insülin hormonunun üretilmesinde gen teknolojisi kullanılıyor. Normal insülin geni değişik yöntemlerle bakterilere aktarılarak insan insülininin bakteriler tarafından üretilmesi sağlanıyor. Böylece kültürlerde üretilen bakterilerden bol miktarda insülin elde etmek mümkün oluyor. Virüsleri kullanarak yapılan gen tedavisinin bazı dezavantajları da var. Gerekli geni taşıyan virüsler, genellikle hızlı bölünen hücrelere daha çabuk girebiliyorlar. Beyin gibi çok az bölünmeye uğrayan hücrelere girmeleriyse daha zor. Virüsleri kullanmak yerine, genleri organik kürecik veya keselerin içine yerleştirerek vücuda vermek de mümkün. Bu kesecikler kan damarlarısisteiçinde yol alarak hedef hücrelere ulaşıyorlar. Hedef hücrenin duvarına yapıştı ktan sonra kesecik hücre tarafından yutuluyor. Hücre içinde kese duvarı yıkılarak genetik şifre serbest kalıyor ve hücrenin DNA’sına entegre oluyor. Hücre DNA’sına entegre olan sağlıklı gen çalışmaya başladıktan sonra hücrede eksik veya hatalı olan molekülü üretmeye başlıyor.
kokhucre22 Gen Tedavisi
Gen tedavisinde kullanılan en yeni teknoloji, programlanmış hücreler. Bu teknikte, vücuda verilmesi istenilen gen ilk olarak hücre içerisine yerleştiriliyor. Bunun için virüsler veya mikrokesecikler kullanılıyor. İstenilen gen hücreye yerleştirildikten sonra bu hücreler kültürlerde çoğaltılıyor; belli bir sayıya ulaştıktan sonra da vücuda veriliyorlar. Bu hücreler belirlenen bölgelere yerleşerek gerekli maddenin üretimine başlıyorlar. Bu yöntemde hücreyi istenildiği gibi programlamak ve kontrol etmek mümkün. Programlanan hücredeki gen vücuda verildikten sonra gerektiğinde aktif hale geçebiliyor. Bu yöntemde, kişiden alınan bağ dokusu, beyaz kan hücresi gibi çeşitli hücreler kullanılabiliyor. Genetik yapısı değiştirildikten sonra kas içerisine verilen kas hücreleri buradaki diğer kas hücrelerine yapışarak görev yapıyorlar. Bu hücreler sadece kas hastalıklarının tedavisinde değil, sinir sisteminin çeşitli hastalıkları nda ve kanserlerde de kullanılabilir. Kültürlerde çok sayıda bölünmeye uğrayan, çoğaltılması kolay olan ve istenilen hücre türüne dönüştürülen kök hücreler, son yıllarda gen tedavisinde kullanılıyorlar. Halen ABD’de yapılan hücre programlama ve gen tedavisi çalışmalarının üçte birinde kök hücreler kullanılıyor. Vücut dışında programlanan kök hücrelerle birçok hastalığı tedavi etmek mümkün. Bu yöntemin en çok çalışıldığı konular kanser ve genetik hastalıkların tedavisi. Kök hücrelerin en büyük avantajı kendilerini sürekli yenileyebilmeleri. Böylece, programlanmış olan diğer hücreleri defalarca hastaya vermek yerine kök hücrelerin bir kez verilmesi mümkün oluyor. Bu çalışmalarda halen en sık kullanılan kök hücreler, kan kök hücreleri. Gerek yeni doğan bebeklerden gerekse erişkinlerden en kolay elde edilen kök hücreler bunlar. Programlanan kan kök hücreleri vücuda verildiğinde çeşitli yerlere giderek buralara yerleşiyor. Bunların başında kemik iliği, karaciğer, dalak ve lenf bezecikleri geliyor. Bu nedenle, özellikle kan ve karaciğer hastalıkları nın tedavisinde kan kök hücreleri önemli. Programlanan kök hücreler organ nakillerinde, nakledilen organın reddedilmesini engellemek için de kullanılabiliyorlar. Herhangi bir organ nakledildiğ inde kişinin kan hücreleri bu organı tanımlamaya çalışıyorlar. Eğer kişinin hücre duvarındaki moleküller ile nakledilen organdaki moleküller uyum sağlamazsa hücreler alarm durumuna geçiyor ve organa karşı savaş başlatılıyor. Alarm durumundaki hücrelerde birçok gen aktif hale geçerek çeşitli kimyasal maddeler salgılıyor. Yabancı organı n tespit edilmesiyle başlatılan bu savaş organın tahrip edilmesiyle sonuçlanıyor. Hücre yüzeyinde bulunan ve yabancı organı tanıyan moleküller veya yabancı organa karşı salgılanan maddeler, hücredeki bir dizi gen tarafı ndan kodlanıyor. Kan hücrelerindeki bu genler devre dışı bırakılırsa, yani iptal edilirse yabancı organa karşı savaş başlatı lamıyor. Kişiden alınan kan kök hücrelerindeki genetik yapıyı istenilen şekilde düzenlemek mümkün. Nakledilen organa karşı savaşı yöneten genler baskılanabiliyor veya yapısı değiştirilebiliyor. Genler devre dışı bırakıldıktan sonra bu kök hücreler tekrar kişiye veriliyor. Genetik şifresi istenilen doğrultuda değiştirilmiş olan kan kök hücreleri kemik iliğine yerleşiyor ve burada her çeşit kan hücresini üretmeye başlıyorlar. Yeni oluşan kan hücreleri, kök hücredeki değiştirilmiş genetik yapı yı taşıdıkları için nakledilen organa karşı duyarsı z kalıyorlar. Böylece organa karşı savaş başlatılamıyor ve nakledilen organ reddedilmiyor. Gen tedavileri halen deney aşamasında. İnsanlarda yapılan yeni bir çalışmada başarılı sonuçlar alındı. Genetik bir bozukluğa bağlı olarak bağışıklı k sistemi zayıf olan çocuklarda gen tedavisi olumlu yanıt verdi. Bağışıklık sistemindeki bozukluğa neden olan gen düzeltilerek kemik iliğine geri verildi ve çocukların çoğunda bağışıklık sistemi güçlendi. Ancak, genetik şifredeki bozukluğa bağlı hastalıklarda bir grup hücredeki genin normal hale getirilmesi yeterli olmuyor. Düzeltilen genin kalı cı olabilmesi için bu hücrelerin hiç yaşlanmadan sürekli yeni hücreler oluşturabilmeleri gerekiyor. Bu da embriyonel kök hücrelerle mümkün. Virüsler kullanılarak istenilen gen, kök hücreye yerleştirilebiliyor. Böylece, kök hücre kullanılarak bozuk olan gen, kaynağında düzeltilebiliyor. Bozuk geni taşıyan hücreler zamanla öldükçe yerlerine sağlam genetik yapıyı taşıyan hücreler üretiliyor. Bu yöntemle, kanser, kalp ve karaciğer hastalıklarının yanı sıra birçok genetik hastalık düzeltilebilecek.
Yapay Genomun Kısa Öyküsü
Geçtiğimiz ay J. Craig Venter Enstitüsü tarafından açıklanan, tamamen yapay olarak sentezlenmiş bir genom tarafından kontrol edilen ilk bakteri hücresi olan Synthia geleceğimizi değiştirebilir.
Dr. Betül Kacar Arslan, Georgia Teknoloji Enstitusu, doktora sonrasi arastirmalarini surduruyor.
J. Craig Venter Enstitüsü 15 yılı aşkın süredir sentetik biyoloji alanında çalışıyor. Enstitü başkanı Dr. Craig Venter’ i bu sene onuncu yıldönümünü kutladığımız “ İnsan Genomu Projesi”nden tanıyoruz. Venter’ın işe genomlardan başlaması şaşırtıcı değil. Çünkü genomlar canlıları tanımlayan, hücrenin sahip olduğu kalıtsal bilgileri taşıyan yönetici yapılardir. Hücrelerimize ait bütün bilgiler,genom üzerine dizili genler tarafından kodlanir. Bu bağlamda genomu, bir rosetta taşına benzetebiliriz. Oyle ki, üzerinde bulunan gizemli kodlar hücreler tarafından manalı bir dile çevrilerek organizmanın kendi varlığını sürdürebilmesi için gerekli şekilde kullanılır. Dolayısıyla, bir bilgisayara girilen ve çıktısı alınan kodlar gibi işleyen hücrelerimize, sahip olmalarını istediğimiz kodlari genomları aracılığı ile girerek,istediğimiz sonucu elde etmemiz teorik olarak mümkün.
Synthia ile Tanışalım
Venter’ın Synthia adını verdiği ve yapay genomla varlığını sürdüren bakteri bu bağlamda büyük önem taşıyor. Eğer hücreler girdi/çıktı algoritması ile işlevlerini sürdürüyorsa, neden hücrenin kodlarını bir bakıma “hack”leyerek, istediğimiz reaksiyonları yürütecek bir organizmaya sahip olmayalım? Heyecan verici olduğu kadar ürkütücü olan yöntem, sınırların hayal gücü tarafından belirleneceği yapay yaşamın kapılarını açıyor.
15 sene önce “Genetik bilgiyi taşıyan DNA parçalarını nasıl birleştirip genom haline getirebiliriz? Bu materyali bir organizmadan diğer organizmaya nasıl aktarabiliriz?” sorularına cevap bulmak isteyen Venter, işe M. mycoides bakterisine ait, doğruluğundan emin olunan bir genom dizisi ile başladı. 1.080 baz çifti uzunluğunda, birbirleriyle örtüşebilen 1.078 DNA parçasını sentezleyen ekip üç aşamalı bir strateji belirledi. İlk aşamada 10 kaset kullanılarak 110 adet 10.000 baz çifti sentezlendi. İkinci aşamada bu 10.000 baz çiftlerinden 10’ar adet alınarak 11 adet 200.000 baz çifti uzunluğunda DNA parçası oluşturuldu. Son aşamadaysa 11 DNA parçası bir araya getirilerek maya hücrelerine aktarıldı. Bu şekilde maya hücresi, yapay bir genoma sahip oldu.
Daha sonra bakteri genomu taşıyan maya hücrelerinden izole edilen yapay genom, bu kez de M. capriculum adındaki alıcı bakteri hücresine aktarıldı. Bakteri, bu yapay genom üzerinde kodlu proteinleri üretmeye başladı. Sentetik genoma “JCVI buradaydi” filigran ibaresini yerleştiren araştırmacılar, iki günün sonunda sadece sentetik DNA taşıyan bakterilerin büyüdüğünü gözlemledi. Burada önemli nokta, genomu değiştirilen bakterinin davranışsal özelliklerinin de tamamen değişmesi. Şimdiye kadar kuramsal olarak bilinen genotipik özelliklerin fenotipik özelliklere etkisi, bu şekilde kanıtlanmış oldu.
------------------------------------------------------
2007
Mycoplasma mycoides bakterisinin genomu, Mycoplasma capricolum’a nakledildi.
Neden önemli?
DNA’nın yazılım gibi çalıştığı ve hücrenin fenotip özelliklerini belirlediği gösterilmiş oldu.
2008
Mycoplasma genitalium JCVI-1.0 genomu kimyasal olarak sentezlendi ve maya hücrelerine klonlandı.
Neden önemli?
Organizmalara ait genomların laboratuvar ortamında elde edilebileceği, başka organizmalara aktarılabileceği gösterildi.
2009
Maya hücresine ait modifiye edilmiş genom, bakteri hücrelerine aktarıldı.
Neden önemli?
Bir canlıdan diğerine DNA aktarımı yapılabileceği bir kez daha kanıtlandı.
2010
Mycoplasma mycoides JCVI-syn1.0 genomu yapay olarak sentezlenip Mycoplasma capricolum hücresine aktarılarak kendi kendini yenileyebilen yeni bir bakteri oluşturuldu.
Neden önemli?
Bu calışma, kendini yenileyebilen yapay genomların alıcı hücreye aktarılıp yaşatılabileceğini gösteren ilk örnek. Bu şekilde, istediğimiz türde genom tasarlayıp, istediğimiz etkileşimleri gösteren bir organizmayı laboratuvar ortamında oluşturmak mümkün.

------------------------------------------------------
En Uzun Yoldaki İlk Adım
Hücredeki bilgileri taşıyan, kısacası hücreyi hücre yapan genomu yapay olarak sentezleyerek, birbirinden farklı organizmalara aktarmak Venter’ın çalışmasındaki başarılardan sadece biri. Sentezlenen genom, aslında doğada var olan bir bakteriye ait.
Bu araştırmadan elde edilenlerin çok daha ayrıntılı çalışılacağı ve farklı alanlarda uygulanacağına şüphe yok.
Venter, işin en zor kısmı atlatmış ve bir yöntem oturtmuş durumda. Artık istediğimiz bir organizmanın milyonlarca büyüklükteki genomunu kimyasal olarak sentezleyebiliyor ve başka bir organizmaya aktarabiliyoruz. Canlıları “kendi kendini kopyalayabilen sistemler” olarak tanımlayan bilim, artık kendisine aktarılan herhangi bir genomu kopyalayarak fonksiyonunu sürdürebilen canlıları oluşturma noktasına geldiyse, bundan sonra sorulacak soru “ne tür bir genoma ve ne tür özelliklere sahip bir canlı yaratmak istiyoruz?” olacak.
Yapay Devrime Doğru
19. yüzyılın başında deney tüpünde kimyasal reaksiyon gerçekleştirmenin etik boyutları tartışılıyordu. Aynı yüzyılda Wöhler, amonyum siyanat kimyasalından üre sentezleyerek organik kimyayı sihir olmaktan çıkarmış, bir bilim dalına dönüştürmüştü.
21. yüzyılın başında, benzer bir kırılma noktası olan yapay DNA var karşımızda. Henüz elli sene önce tanımlanan DNA’dan günümüze çok yol aldık. Sentetik DNA ile oluşturulan yapay organizmalar bu yoldaki bir dönüm noktasıdır. Yapay hayatın etik boyutu, çoğu insanın kafasını kurcalıyor. Modern fiziğin gelişimini atom bombasıyla taçlandıran bir geçmişe sahip insanlık için bu korkular yersiz değil. İnsanlığın sonunu getirecek bir başka ırkın üretileceğini düşünüp endişelenmek için henüz erkense de, yapay olarak tasarlanabilecek organizmaların uzun vadede sağlayacağı katkılar göz önüne alınırsa bunun devrimsel bir buluş olduğu ortada. Yapay canlılar, ilk aşamada biyoyakıtlarda, çevresel kirleticilerin ve atık suların bakteriler tarafından temizlenmesinde ve 24 saatten kısa sürede aşı hazırlanmasında kullanılabilir. Kanser gibi çok çeşitli ve yaygın bir hastalığa bir çözüm getirememiş olmamızın sebebi hücrelerde neler olduğunu henüz tam olarak bilmiyor olmamız ise, kendi ellerimizle hazırladığımız, bir nevi ciğerini bildiğimiz bir hücrenin içerisinde olup bitenleri test etmek kanser tedavisi araştırmaları için yararlı olmayacak mıdır? Sentetik olarak kanserli bir organizma yaratıp, organizma içerisinde neler meydana geldiğini daha iyi gözlemlemek bizler için artık hayal değil. Insanoğlunun keşfetme ve öğrenme arzusu sayesinde sentetik biyoloji, diğer bütün bilim dalları gibi bilim kurgu ile gercek arasindaki farkı azaltıyorken bizlerin de şunu hiç bir zaman unutmaması gerekir: bilim en başta insanlık için vardır.
------------------------------------------------------
Beş maddede yapay genom
1) Tasarım
Hazırda var olan bir genomun DNA dizilimleri elde edilir. Yapay genomun sahip olması istenen özellikler tasarlanır.
2) Sentez
Başka bir genom taslak olarak kullanılarak sentez gerçekleştirilir. Milyon baz çiftinden oluşan genom parçalara ayrılarak sentezlenir.
3) Yapım ve Aktarım
Kendisini kopyalayabilen canlı hücreler, cansız hücrelerden ayrıştırılır. DNA rekombinasyon teknolojisi kullanılarak yapay genom hedef organizmaya aktarılır.
4) Onay
Aktarımın gerçekleşip gerçekleşmediği test edilirken birinci basamakta yapay genoma yerleştirilen özgün dizilimler incelenir. Genom dizilimi, “genom sıralayıcı” cihazlarla onaylanır.
5) Tanım
Kendi kendini kopyalayıp coğalabilen bu yeni organizmanın özellikleri tanımlanır; hücre kullanıma hazırdır.

------------------------------------------------------
Kaynaklar:
(C. Lartigue et al. Genome transplantation in bacteria: changing one species to another.Science, 2007 317(5838):632-8)
(D. Gibson et al. Complete chemical synthesis, assembly, and cloning of a Mycoplasma genitalium genome.
Science, 2008 319(5867):1215-2)
(C. Lartigue et al. Creating bacterial strains from genomes that have been cloned and engineered in yeast. Science, 2009 25;325(5948):1693-6)
(D. Gibson et al. Creation of a Bacterial Cell Controlled by a Chemically Synthesized Genome.Science Express, 2010)
*NTV Bilim'in Temmuz sayısında yayınlanmıştır.
 
Site çalışkanının notu: Yapay genom taşıyan hücre araştırmasını okurken, bu konunun bir tarafında da yaşamın patentlenmesi arayışları olduğu atlanmamalıdır. Mehmet Somel ve Tutku Aykanat NTV Bilim'deki yazısından bir bölüm aktrararak bitirelim. "Craig Venter'in Celera Genomics şirketi 1990'ların sonunda insan genomunu dizilemek ve patentlemek için üniversitelerle yarışa girdi, ancak akademinin insan genomunu daha erken yayımlaması ve dönemin ABD başkanı Bill Clinton'ın DNA dizisinin patentlenemeyeceğini söylemesi üzerine, şirket hak iddialarını geri çekti. Craig Venter şu sıralar genomu laboratuvarda birleştirilmiş ilk canlı olan Mycobacterium laboratorium'un patentini almak için uğraşırken konuyu yeni bir boyuta taşıdı. Şirketler sadece genler üzerinde değil, canlılar üzerinde de hak iddia eder oldular. Oysa bilimsel bilginin üretimi ne bir kişinin tek başına sahiplenebileceği, ne de belli bir ulus ya da zümrenin hak iddia edebileceği bir uğraştır. Bİlimsel bilgi tüm insanlığın süregelen uğraşları sonucu oluşmuştur ve tüm insanlığa aittir."



Yapay canlı devrimi!
Bilim adamları, 40 milyon dolar harcanan 15 yıllık bir araştırmanın ardından laboratuvarda canlı hücre yaratmayı başardı. Ancak bilim dünyası ise endişeli... Yapay canlıyı üreten uzmanlar, Tanrı’nın rolüne soyunmakla suçlanıyor Uzmanlara göre ‘Synthia’ adı verilen sentetik bakteri, çok güçlü bir biyolojik silah üretiminin yolunu açabilir ya da çalışmalardaki en küçük bir hata bile milyonları yeryüzünden silecek korkunç bir salgına neden olabilir...
22 Mayıs 2010

Yapay canlı devrimi!
DIŞ HABERLER SERVİSİ
ABD’li bilim insanları, dünyada ilk kez insan yapımı DNA kullanarak laboratuvar ortamında canlı bir hücre yaratmayı başardı. Doğada var olmayan, özelleştirilmiş organizmaların geliştirilmesinin önünü açan ve biyolojik mühendislikte devrim yaratan bu sentetik bakteriye “Synthia” adı verildi. 

Görülmemiş yeni bir yaşam
Milyarder biyolog ve girişimci Craig Venter ve ekibi, araştırmaları kapsamında, içeriğinde 850 gen bulunan bir DNA kodunu sentezleyerek alıcı bakterinin içine enjekte etti. Bunun sonucunda biri doğal, biri yapay DNA taşıyan iki hücre oluştu. Deney esnasında kullanılan antibiyotikler, doğal DNA taşıyan bakteriyi yok etti ve geriye sadece yapay DNA taşıyan bakteri kaldı. Birkaç saat içinde, alıcı bakteriye dair tüm izler silindi ve yapay DNA’lı hücreler çoğaldı. Böylece ortaya, daha önce hiç görülmemiş yeni bir yaşam çıktı.
Dr. Venter, 15 yıl süren ve yaklaşık 40 milyon dolar harcanan çalışması için, “Artık sadece hayal gücümüz tarafından sınırlanabileceğimiz yeni bir çağa giriyoruz” diye konuştu. Ancak bu gelişme, bilim çevrelerince genel olarak sert tepkilerle karşılandı. 

Pandora’nın kutusu
Massachusetts
Teknoloji Enstitüsü’nden sosyal bilim adamı Kenneth Oye, uzun vadede faydaları ve riskleri bilinmeyen bu adımı, karanlıkta ateş etmeye benzetti. Sentetik biyoloji üzerine yapılan çalışmaları takip eden teknoloji izleme örgütü ETC de, bu durumu “Pandora’nın kutusu” olarak nitelendirerek, deneyi “korkutucu” bulduklarını açıkladı.
İnsan Genetiği Uyarısı örgütünden Dr. David King de Dr. Venter’ı “Tanrı rolüne soyunmakla” suçladı. Dr. King, “Esas tehlike, bilim insanlarının doğayı kontrol etmeye çalışan dizginlenemez hırsları, pek çok insanın deyişiyle Tanrı’yı oynamaya kalkışmaları” diye konuştu.


Peki nasıl kullanılacak?
Söz konusu dev bilimsel adım aracılığıyla, ileride aşı ve ilaç yapımı için özel mikroplar üretilebileceği, karbondioksidi hidrokarbon biyoyakıtlara dönüştürebilecek algler yapılabileceği düşünülüyor. Ayrıca, bu yeni teknolojiyle birlikte karbondioksidi ve zehirli atıkları temizleyebilecek çevre dostu böcekler de geliştirilebilmesi bekleniyor.

Bilim - korku
Bilim dünyasını ve etik çevreleri ayağa kaldıran gelişme, başrolde
Will Smith’in oynadığı ve laboratuvar yapımı ölümcül bir virüsten etkilenmeden hayatta kalan son insanı canlandırdığı “Ben Efsaneyim” (I Am Legend) filmini anımsattı. Yapay yaşama dair ortaya atılan endişe verici teorilerin bazıları şunlar:
- Herkesi öldürebilecek güçte bir
biyolojik silah üretiminin yolunu açabilir.
- En küçük hata, milyonları yeryüzünden silecek korkunç bir salgına neden olabilir.
 -Doğanın dengesi geri döndürülemez bir şekilde bozulabilir.
-Laboratuvar üretimi canlılar, gelecekte doğanın kurallarına ‘uymayabilir’.


NASA: Dünya dışı yaşamın izini bulduk
ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) için çalışan bilim insanı Richard Hoover, uzayda yaşamın olduğuna ortaya koyan bulgular elde ettiğini açıkladı.
Ankara- Hoover, Dünya’ya düşen gök taşlarının içinde çok küçük “uzaylı böceklerin” izine rastladığını belirtti.

Astrobiyoloji uzmanı Hoover, Dünya’ya düşen en eski meteorların içinde, oksijen varlığında fotosentez yapabilen bakterilere benzerlik gösteren mikroskobik fosiller tespit etti.

NASA’nın Alabama eyaletinde bulunan Marshall uzay uçuş merkezinde yaptığı araştırmada, Hoover, elde ettiği fosillerin bazı özelliklerinin İspanya’nın Ebro Havzası’dan bulunan Titanospirillum velox adındaki bakteriye benzerlik gösterdiğini ifade etti.

 

Bilinen en eski fosiller


Hoover, çalışması kapsamında Güneş Sistemi’ndeki en eski gök taşları olduğuna inanılan üç örnekten elde ettiği parçaları inceledi. Sonuç olarak, gök taşlarındaki fosillerin, gök taşları Dünya’ya düştükten sonra ortaya çıkmadığını gördü.

Cosmology dergisinde yayımlanacak araştırmada, fosillerde nitrojenin çok az bulunduğunu, ancak Dünya’da yaşamın oluşabilmesi için nitrojenin temel elementlerden biri olduğuna dikkat çekildi.

Harvard-Smithsonian Astrofizik Merkezi’nden Rudy Schild, “Elde edilen bulgular hayatın her yerde var olduğunu ve Dünya’daki yaşamın başka bir yerden gelmiş olabileceğini gösteriyor” dedi.

Schild, “araştırma üzerinde her türlü görüşün ortaya konması için” 100 bilim insanını yeni bulgular üzerinde değerlendirmede bulunmaya çağırdı.

Cosmology dergisinde yer alacak araştırma, yarın yayımlanacak.

 

Bu ilk bulgu değil


Hoover’ın araştırması, Dünya’daki yaşamın uzaydan gelen mikroorganizmalar tarafından başladığı teorisini yeniden güçlendirdi.

En son 1996 yılında, bir diğer NASA araştırmacısı David McKay, Antarktika’da bulunan bir gök taşında Dünya dışı yaşamın izine rastladığını söylemişti.

Söz konusu gök taşı, 1984 yılında bulunmuş ve Kızıl Gezegen Mars’tan geldiği anlaşılmıştı.
6 Mart 2011


http://www.agnostik.org/13033-sadece-uc-nesilde-evrim.htm

Sadece üç nesilde evrim

Okyanusta yaşayan bir iskorpit türü, sadece 3 nesil boyunca iklim değişikliklerine uyum sağlamış.
İngiliz "Proceedings of the Royal Society B" dergisinde yer alan bir araştırma, bir balık türünün diğer türlere nazaran iklim değişikliğine daha çabuk uyum sağlayabildiğini ortaya koydu.
Sadece üç nesilde evrim
bu makaleyi oylayın
   
Araştırmayı yöneten genetikçi Rowan Barrett, "Yaptığımız deneyler sırasında, okyanusta yakaladığımız iskorpitlerin üç nesilde ciddi iklim değişikliğine çok çabuk uyum sağladığını tespit ettik" diye konuştu.

Diğer türlerde bu kadar hızlı bir evrime rastlamadıklarını belirten Barret, "Araştırmamız bazı türlerin çok çabuk iklim değişikliğine uyum sağlayabildiğini gösteren ilk araştırmadır" dedi.

Barret'e göre, deney sırasında, Kanadalı ve Avrupalı bilimadamları iskorpitleri sıcaklığını kademe kademe düşürdükleri su dolu havuza bıraktılar.


Üç yıl iskorpitleri izlediklerini kaydeden Barret, her nesil iskorpitin değişen su sıcaklığına uyum sağladığını bildirdi.

"Yalnız, bu uyum sağlayabilme yetisi bizi yanıltmamalı" diye konuşan Barret, "Çünkü, deney boyunca iskorpitlerin yüzde 95'i üç yıl içinde öldü ve sadece yüzde 5'i soğuğa karşı dayanıklılık geliştirip hayata kalmayı başarabildi" dedi.

Barret, "Bu durum gösteriyor ki, hızlı bir evrim olumsuz sonuçlara da yol açabilir, bütün bir türü dayanıksız hale getirebilir" diye konuştu. Barret, bu araştırmaların sonucu bazı türlerin diğer türlere nazaran çabuk evrimleşip, iklim değişikliğine uyum sağlayabildiğini gösterdiğini kaydetti.

Soğuk iklime dayanıklığın yanı sıra sıcak iklime dayanıklığın da araştırılması gerektiğinin altını çizen Barret, gelecek on yıl içinde dünyada hava sıcaklığının birkaç derece artacağını ve aşırı sıcak ve soğuk hava dalgalarının birbirini izleyeceğini belirtti.

Başka türlerin de iklim değişikliğine olan uyumlarının araştırılması gerektiğini belirten Barret, "Böylece insanın nasıl dayanacağı konusunda da bir fikir edinebiliriz" diye konuştu.


Bir milyar yaşındaki yaşam formu bulundu!

Posted on 14/04/2011 by Kozmopolit Aydınlar

0


 
Rate This


Araştırmacılar evrimin en önemli anahtarını bulduklarını düşünüyorlar.

Bir milyar yaşındaki yaşam formu bulundu!

İskoçya’da bulunan ve bir milyar yaşında olduğu düşünülen yaşam formunun fosili, evrimin en önemli anahtarı olabilir.
Araştırmacılar, Torridon Gölü’nün civarındaki kayalarda buldukları iyi korunmuş organizma kalıntılarının, bir milyar yıl önce gölün dibinde yaşadıklarını açıkladılar.
Bu organizmaların, tek hücreli bakteriden, daha karmaşık hücre yapılarına, fotosentez ve üreme işlevlerine sahip hücrelere sahip canlılara dönüşüm sürecinin anahtarı olduğu düşünülüyor.
Oxford Üniversitesi’nden Profesör Martin Brasier, “Bu fosiller, göllerde yaşayan karmaşık hücreli canlıların bir milyar yıl önce ortaya çıktıklarını gösteriyor, düşünülenden çok daha önce” diyor.
Fosillerde bulunan canlılar, bakteriyel atalarının aksine çekirdek içeren ve fotosentezi mümkün kılan yapıda oldukları ortaya çıktı. Ayrıca evrim sürecini hızlandıran üreme sürecinin de bu canlılarda bulunduğu belirlendi.
Uzmanlar bu canlıların yeşil su yosunlarına ve bitkilere evrimleştiklerini söylüyorlar.

Kaynak:

Milliyet.com







Assateague Adası
 
Assateague Adası, Virginia ve Maryland ABD doğu kıyısı açıklarında yer alan bir adadır.
ABD de yaşıyan vahşi atlardan bazıları bu adaya yüzerek gelmişler fakat adanın kötü yaşam koşulları yüzünden doğal seçilime uğramışlardır.Burada yaşıyan atların hepsi vahşi midillilerdir evrim düşmanlarının söylediklerinin aksine
Darvinizm artık bilimsel bir gerçektir



Dünyanın en küçük atı Guinness'e girdi

Dünyanın en küçük atı Guinness'e girdi

 

Güncelleme:27 Aralık 2006 14:39

ABD'de bir çiftlikte doğan Thumbelina, 43 santimetre boyuyla dünyanın en küçük atı olarak Guinness rekorlar kitabına girdi.

5 yaşındaki kısrak bundan daha fazla büyümeyecek. Minyatür gösteri atı yetiştiren çiftlikte dünyaya gelen Thumbelina bir kovanın üzerinden bile zorla atlayabiliyor.

 





BUGÜNE KADAR GÖRÜLEN EN BÜYÜK AHTAPOT!

Bugüne dek görülen en büyük ahtapotlardan biri, Avustralya'da tenha bir kıyıya vurdu, uzmanlar bu nadir bulunan derin okyanus canlısını görmek için sıraya girdi.
12 Temmuz 2007 Perşembe 11:46
Bilim insanları incelemek için ana gövdesi 2 m., boyu 8 m. olan dev ahtapottan parçalar aldı. Dev ahtapotların boyu 10 metreye kadar uzayabiliyor, ağırlığı da 275 kilogramı geçiyor. Tazmanya Adası'nda bulunan bu yaratığın ağırlığıysa 250 kilogram. Hayvanlar âleminin en geniş gözlerine (voleybol topu büyüklüğünde) sahip olan dev ahtapotlar genellikle okyanusun 200-700 metre derininde yaşıyor.




Mamutları yeniden yaratma deneyi
Mamutlar yeniden yeryüzünde gezinebilir mi? Bu soruya yanıt arayan Japon araştırmacılar, donmuş mamut spermleri kullanarak suni döllenme yoluyla yavru doğurtmayı amaçlıyor.
 
 
ASSOCIATED PRESS
Güncelleme: 21:01 TSİ 18 Ağustos 2006 Cuma

WASHINGTON - Japon uzmanlar, soyu tükenmiş mamutların kalıntılarından elde edilecek spermlerle suni döllenme yoluyla mamutları yeniden canlandırmayı düşünüyor. Projenin donmuş fareler spermleriyle yapılan ilk etap deneylerinde başarı elde edilmesi bilim çevrelerinde büyük yankı uyandırdı. Araştırma ekibinin başkanı Dr. Atsuo Ogura, Sibirya’da yaşamış mamutların donmuş kalıntılarından sperm işlevi görebilecek dokuların kurtarılması halinde, aynı deneyin mamutların akrabası olan yaşayan hayvanlar üzerinde deneneceğini belirtti.

 

 

Sibirya’da havanın soğukluğu sayesinde mamut kalıntılarının bugüne dek korunmuş olması hiç de düşük bir ihtimal değil. Uygun donmuş sperm çıkarılması halinde ise, çiftleştirme için ilk aday mamutların akrabası olan filler olacak.

 

Rusya'nın Yakutsk kentindeki müzede özel dondurucuda duran 10 bin yıllık mamut kafası.

Ancak bazı bilim insanları, Ogura’nın iddialı deneyi için uygun koşullarda saklanmış donmuş sperm bulamayacağını dile getiriyor. Örneğin, University of Tennessee uzmanı Peter Mazur ise, yeryüzündeki mamutların bulunduğu ortamların kullanılabilir donmuş sperm çıkarılabilmesi yeterli soğuklukta olmadığını, binyıllar içinde DNA’larının kimyasal çürümeye maruz kalmış olabileceğini vurguluyor.

DOĞRU ANNE ADAYI SORUNU
Arizona State University uzmanı Douglas E. Chandler ise, kullanılabilir spermin bulunması halinde de, buna uygun anne adayının saptanmasının ciddi bir sorun olacağının altını çiziyor. Chandler’a göre, fil yumurtası kullanılsa dahi doğacak yavrunun bir mamut olmayacağını, fil ile mamut arasında bir hidrid olarak nitelenebileceğini vurguluyor. “Gerçek bir mamut istiyorsak, dölleyecek mamut yumurtası da bulmamız gerekecek” diyen Chandler, tek yolun mevcut akrabaların soyu tükenmiş hayvana göre mutasyona uğratılması olduğunu dile getiriyor.

Kaynak: Makalenin orijinali Proceedings of the National Academy of Sciences dergisinde yayımlanmıştır.

NTVMSNBC'den alıntıdır. 

Melez embriyo: Canavar mı yoksa tıpta bir devrim mi?

Kök hücre tedavisi için insan ve hayvan embriyolarının karıştırılıp ‘hibrid embriyo’ üretilmesine, İngiliz Avam Kamarası onay verdi Pek çok hastalığın tedavi yolunu açacağı belirtilen uygulamaya başta Katolik Kilisesi olmak üzere bazı muhafazakâr çevreler muhalefet ediyor..

İngiltere’de bilim alanında reform niteliğinde değişiklikleri kapsayan ‘İnsan Döllenmesi ve Embriyoloji Yasası’ önceki akşam parlamentoda 355′e 129 oyla kabul edildi. Yasadaki en büyük yenilik ise kök hücre araştırmaları için insan ve hayvan embriyolarının karışımıyla üretilen hibrid embriyolar… Parlamentonun alt kanadı olan Avam Kamarası’ndan geçen yasa tasarısının önümüzdeki günlerde görüşüleceği Lordlar Kamarası’nda da kabul edilmesi gerekiyor. Değişiklikler, Kraliçe’nin de imzalamasıyla kanun olarak yürürlüğe girebilecek. Yöntemin pek çok hastalığa umut olması bekleniyor. Ancak parlamentoda muhalif milletvekilleri, bunun ileride klonlamaya kapı açacağını söyleyerek tasarıya karşı çıktı. Katolik milletvekillerinin bazıları da yasa tasarısının bazı bölümlerinden rahatsız olduklarını açıkladı.

2 LİDERİN ÖZÜRLÜ ÇOCUKLARI
İnsan Döllenmesi ve Embriyoloji Yasası en son 1990′da parlamentoda tartışılarak bazı değişiklikler yapılmış, ancak asıl büyük değişiklikler, o zamandan bu yana tartışılmanın ötesine geçmemişti. Tasarıların şimdi tartışılmasında, parlamentodaki iki büyük partinin liderinin çocuklarının özürlü olması da etkili oldu. 2 yaşındaki oğlu James Fraser ‘kistik fibroz’ hastası olan Başbakan Gordon Brown, yapılacak kök hücre araştırmalarının, benzer durumdaki aileler için bir tedavi umudu olacağına inandığını açıkladı.

UZUN SÜREDİR ÇALIŞIYORLARDI
Muhafazkârların lideri David Cameron ise, “Epilepsi ve beyin felci olan 2 yaşında bir oğlum var. Ona bakınca nasıl acı çektiğini görüyorum. Bu yöntemle Frankenştayn canavarlar üretilmiyor. Bir inekten bir yumurta alınarak, insan DNA’sı enjekte ediliyor ve sadece 14 gün tutuluyor” dedi. İngiliz bilim adamları, yasayla izin verilmemesine rağmen insan ve inek genlerinin karışımı olan bir embriyo üretimi üzerinde uzun zamandan bu yana çalışıyorlardı.



Melez İnsan Embriyolarına İngiltere'den Yeşil Işık
 
Melez İnsan Embriyolarına İngiltere'den Yeşil Işık

Kök hücre çalışmaları için hayvan yumurtalarını insan hücreleriyle birleştirmek isteyen bilim insanlarına yeşil ışık yakıldı. Yetkililer, bu tarz çalışmalara sıklıkla endişe ve eleştiriyle yaklaşan halkın, çalışmaların Alzheimer ve Parkinson gibi hastalıkların tedavisinde kullanılacağını duyduklarında biraz daha ılımlı hale geldiklerini belirtiyorlar. Araştırmacılar, kök hücre çalışmalarında şimdiye kadar insan hücreleriyle sınırlı kalmak durumundaydı. Ancak, insan hücreleriyle çalışılırken sayı ve kalite sıkıntısının yanında etik zorluklarla da mücadele etmek zorunda kalıyorlardı. Bu sıkıntı ve zorlukların farkında olan İngiltere İnsan Kısırlık ve Embriyoloji Birliği yetkilileri, insan-hayvan melezi embriyoların üretimini konusunda prensipte fikir birliğine vardılar. Birlik, %99 insan, %1 hayvan bileşimine izin verecek. Birliğe ilk başvuru, Londra ve Newcastle Üniversitelerinden geldi. İnek yumurtalarını insan hücreleriyle döllemeyi planlayan araştırmacılar, kök hücre elde etmek için geliştirecekleri embriyoları 14 gün sonra yok edecekler. Birliğin kararına tepkiler sürerken, tıp bilimciler kök hücre araştırmalarının geleceği ve ilerleyebilmesi için böyle bir çalışma seçeneğinin yararlı olacağını düşünüyorlar.

Derleyen: Deniz Candaş
Haber Tarihi: 5 Eylül 2007
Kaynak: http://news.bbc.co.uk/2/hi/health/6978384.stm




Kaliforniya Berkeley Üniversitesi tarafından hazırlanan Understanding Evolution sitesi, Evrim Çalışkanları tarafından Türkçe'ye kazandırılmıştır.

 

<< önceki | sonraki >>

Nicholas Steno’nun günümüze kadar ulaşan köpekbalığı çizimi(solda) ve fosil köpekbalığı dişi(sağda). Steno fosil dişin bir zamanlar yaşamış olan bir köpekbalığına ait olduğunu açıklayarak önemli bir iş başarmıştı.

Fosil Kanıtları

Fosil kayıtları geçmişin fotoğraflarıdır. Birleştirildiklerinde 4 milyar yıllık evrimsel değişimin bir panoramasını sunarlar. Bu panoramanın bazı kısımları kararmış ya da kaybolmuş olabilir ancak fosil kanıtı açık bir şekilde göstermektedir ki yaşam oldukça eski tarihlerden beri varolagelmiştir ve zaman içerisinde değişmiştir.

Erken Fosil Keşifleri

17. yüzyılda Danimarkalı bilim insanı Nicholas Steno, köpekbalığı dişleri ile dil taşları adı verilen kayalar arasındaki benzerliğe dikkat çekerek bilim dünyasını sarstı. Bu, fosillerin geçmişin kayıtları olduğunu anladığımız ilk andı.

İki yüzyıl sonra Mary Ann Mantell rasgele bir diş buldu ve bunu eşine gösterdi. Eşi Gideon Mantell ilk bakışta elindekinin büyük bir iguana olduğunu düşündü, ancak daha sonra bunun İguanodon adı verilen bir dinozorun dişi olduğu anlaşıldı. Bu keşif bize, fosillerini bulduğumuz canlıların pek çoğunun artık dünyada var olmadığı mesajını güçlü bir biçimde veriyor.

Fosillerden elde edilen diğer ipuçları

Bugün fosilleri doğal karşılıyor olabiliriz, ancak onlardan yeni şeyler öğrenmeye devam ediyoruz. Her yeni fosil bize canlı yaşamın tarihini daha iyi anlamamızı sağlayan yeni ipuçları veriyor ve evrimsel öykümüz konusundaki soruları yanıtlamamıza yardımcı oluyor. Aşağıdaki örneklerde olduğu gibi:

Ammobite1.gif

Etkileşim Belirtileri

Sağdaki resimde görülen ammonit fosilinde, bazı bilim insanlarınca mosasaura, yani ammonitle aynı dönemde yaşamış bir çeşit avcı deniz sürüngenine, ait ısırık izleri olarak yorumlanan delikler görülüyor. Ammonitteki hasar mosasaurun çene ve diş yapısının tipine ve gücüne uygunluk gösteriyor. Bazı bilim insanları ise bu hasarın sebebinin mosasaura yapışan limpetler (yani deniz salyangozları) olabileceğini düşünüyor. Araştırmacılar bu hipotezlerin doğruluğunu değerlendirmek amacıyla ammonit fosillerini inceledikleri gibi limpet fosillerini ve limpetlerin davranışlarını da inceliyorlar.

 

Thinsection.gif

Hücresel düzeyde ipuçları

Fosiller kadim hayvanların büyüme örüntüleri ile ilgili bilgiler de verir. Yandaki resimde henüz erginliğe erişmemiş perde ayaklı bir dinozor olan Maiasaura’nın uyluk kemiğinin kesiti görülüyor. Beyaz boşluklar bize kemik boyunca uzanan birçok kan damarı olduğunu gösteriyor, buradan da anlıyoruz ki bu kemik hızlı büyüyen bir kemik. Resmin ortasındaki siyah dalgalı yatay hat ise bir büyüme çizgisi, bu çizgi de bize hayvanın büyümesindeki mevsimsel bir duraklamayı gösteriyor.

 

 

Pigfoot.png

Canlılar vücutlarında geçmişlerine dair birçok iz taşırlar. Bu izlerin varlığını en iyi şekilde evrim açıklıyor.

  • Domuzların, sığırların, geyiklerin ve köpeklerin de içinde olduğu pek çok hayvan "arka tırnak" olarak adlandırılan küçülmüş ve işlevini kaybetmiş parmaklara sahiptir. Domuz sadece üçüncü ve dördüncü parmakları üzerinde durmaktadır; birinci parmağı tamamen ortadan kaybolmuş, ikinci ve beşinci parmakları ise körelmiştir. Körelmiş yapıların varlığı en iyi şekilde evrim sayesinde açığa kavuşuyor. Körelmiş parmaklar "daha fazla sayıda parmağa sahip ortak ata"nın kalıntılarıdır.

 




KÖKENDEŞLİKLER

Evrim kuramı ortak atalardan türemiş akraba canlıların benzerlikler taşıması gerektiğini öngörür. Akrabalığa bağlı benzer karakterlere kökendeşlik denir. Kökendeşlikler değişik canlıların anatomileri karşılaştırılarak, hücresel benzerlikler ve farklılıklar gözlenerek, embriyolojik gelişimler değerlendirilerek ve körelmiş yapılara bakılarak ortaya çıkarılabilir.

Aşağıda gördüğünüz bitkilerin yaprakları aşina olduğumuz “normal” yapraklardan oldukça farklıdır.

Homology.png

Hepsinin birbirinden farklı şekilleri ve görevleri olmasına rağmen, yapraklar ortak atadan türemiş kökendeş yapılardır. İbrik bitkisi ile Venüs böcekkapanı, yapraklarını böcekleri tuzağa düşürmek ve sindirmek için kullanırlar. Atatürk çiçeğinin parlak kırmızı yaprakları taç yapraklarına benzer. Kaktüsün yaprakları ise küçük dikenlere dönüşerek su kaybını azaltır ve bitkiyi otçul hayvanlardan korur.

Kökendeşliğin bir başka örneği ise dörtayaklıların (bacaklı omurgalılar) ön üyeleridir (kollar, kanatlar vs...).

Transition lobe.png

Kurbağalar, kuşlar, tavşanlar ve kertenkeleler gibi tüm dörtayaklılar yaşam biçimlerine uygun farklı ön üyelere sahiptir. Ancak bu farklı ön üyelerin hepsi ortak bir kemik grubuna sahiptir: humerus (ön kol ile omuz ekleminin arasındaki uzun kol kemiği), radius (ön kol kemiği) ve ulna (ön kolun iç tarafındaki uzun kemik). Bu kemikler nesli tükenmiş ortak ataları olan Eusthenopteron fosillerindeki kemiklerin aynısıdır.

 

  • İnsanların (ve kuyruksuz maymunların) göğüs kafeslerinin genişliği derinliğinden daha büyüktür ve bu kafesin arkasında uzanan yassı omuz kemikleri vardır. Bunun nedeni kuyruksuz maymunlar gibi bizim de kollarıyla ağaçlara tutunarak durabilen bir atadan türememizdir. Öte yandan maymunlar ve diğer dörtayaklılar farklı bir hareket yeteneğine sahiptir. Dörtayaklıların göğüs kafesleri dar ve derindir; omuz kemikleri ise arkaya değil yana uzanır.

Chest compar.png

  • Hoatzin kuşları, aynı bazı tavuklar ve devekuşları gibi, kanat uçlarında tırnaklara sahiptir. Bu durum, kuşların atalarının tırnaklı ellere sahip olduğu gerçeğini işaret eder.

Claws.png

 



Kökendeşlikler: Karşılaştırmalı Anatomi

Birbiriyle yakın akraba olan canlılar anatomik benzerlikler taşırlar. Bazen benzerlikler oldukça açıktır: Krokodiller ve Amerika timsahları arasında olduğu gibi. Ancak bazen bu benzerlikleri bulmak oldukça büyük çaplı bir araştırmayı gerektirebilir.

Dörtayaklı İskeletinin Değişimi

Balinalar ve sinek kuşları ortak bir atadan kalıtımla aktarılmış dörtayaklı iskeletine sahiptir. Vücutları milyonlarca yıl boyunca doğal seçilim yoluyla değişmiş, bazı kısımları kaybolmuş; sonuç olarak her biri kendi yaşam biçimlerine göre uyarlanmıştır. İlk görüşte bu hayvanlar birbirlerinden çok farklıdır, ancak aralarındaki ilişkiyi göstermek oldukça kolaydır. Zaman içinde kaybolmuş kemikler dışında, birinde bulunan hemen her kemiğin diğer hayvanın iskeletinde bir karşılığı vardır.

Whale hummer.png

 


Kökendeşlikler: Gelişim Biyolojisi

Canlıların embriyolojik gelişimlerini incelemek, günümüzdeki canlıların evrimine dair ipuçları sağlar. Gelişimin bazı evrelerinde canlılar atasal özelliklerini tamamen ya da kısmen taşırlar.

Yılanların ataları ayaklıdır.

Günümüzdeki yılanların bazı türleri, gelişimlerinin erken dönemlerinde arka bacak çıkıntılarına sahiptir. Ancak gelişim sürecinde bu çıkıntılar kaybolur ve yetişkin yılanlar ayaksız hale gelirler. Arka bacak çıkıntıları bulunan yılan fosilleri ile birlikte ele alındığında; yılanların gelişim evrelerini incelemek, bu canlıların üyelere (yani kol ve bacaklara) sahip bir atadan türediği hipotezini destekler.

Pachyparalimb2.jpg

Snakelimb2.png

Yukarıda solda görülen Kretase döneminde yaşamış Pachyrhachis problematicus fosili açık bir şekilde arka ayaklara sahiptir. Sağdaki çizim Pachyrhachis'in leğen ve arka bacak kemiklerini göstermektedir.

 

Baleen balinalarının atalarının dişleri vardır.

Dişli balinalar tam takım dişlere sahiptir. Baleen balinalarının ise sadece fetal (cenin halindeki) hayatlarının erken dönemlerinde dişleri vardır, bu dişler doğumdan önce kaybolur. Fetal baleen balinalardaki dişlerin konumu, bu balinaların dişli balinalar ve diğer memelilerle ortak ataları hakkında kanıt sağlar. Ayrıca fosillerden gelen kanıtlar, baleen balinalarının en erken biçimi olduğu düşünülen ve Oregon’da bulunan Oligosen dönemi[1] balinası Aeiocetus’un tam takım dişlerle doğduğuna da işaret ediyor.

Aetiocetus skull2.png

[1] Oligosen: günümüzden 34-23 milyon yil önceki yaklaşık 10 milyon yıllık jeolojik devir.



Kökendeşlikler: Hücresel / Moleküler Kanıt

Tüm canlılar temelde birbirlerine benzer. Hücresel ve moleküler düzeyde canlılar belirgin biçimde benzerlikler göstermektedir. Bu temel benzerlikler evrim kuramı sayesinde kolayca açıklanabilir: Dünyadaki yaşam ortak bir atadan köken alır.

Hücresel Düzey

Tüm canlılar hücrelerden oluşur. Hücreler ise içlerinde genetik malzemeyi, proteinleri, yağları, karbonhidratları, tuzları ve diğer maddeleri taşıyan; su ile doldurulmuş ve zarlarla çevrilmiş yapılardır. Canlı hücrelerin büyük çoğunluğu proteinlerden oluşan yapı taşları ve haberciler üretmek için ihtiyaç duydukları enerjiyi şekerlerden sağlar. Aşağıda gösterilen tipik hayvan ve bitki hücreleri arasındaki benzerliklere dikkat edin: Sadece üç yapı hücrelerden birine özeldir.

Cells.png

Moleküler Düzey

Farklı türler anatomik kökendeşliklere sahip oldukları gibi genetik kökendeşliklere de sahiptir. Örneğin yuvarlak solucanlar ile insanların genlerinin %25’i ortaktır. Bu ortak genler her iki türde birbirinden çok hafif farklılıklar gösterebilir, bununla birlikte aralarındaki çarpıcı benzerlikler onların ortak kökenini ortaya koyar. Aslında DNA kodunun kendisi de dünya üzerindeki canlı yaşamı ortak ataya bağlayan bir kökendeşliktir. DNA ve RNA tüm canlıların planını oluşturan dört bazlı basit bir koda sahiptir. Bu genetik malzemeyi bir canlıdan diğerine aktarırsak, alıcı hücre bu malzemenin kendisine ait olup olmadığına bakmaksızın verdiği emirlere uyar.

Yaşamın bu özelliği, yeryüzündeki canlıların aynı temele sahip olduğunu gösterir, bu durum aynı zamanda genetik mühendisliği çalışmalarının günümüzdeki temelini oluşturur.

 

     


ALINTI

http://evrimianlamak.org/e/Ana_Sayfa

 

DARWİN VE EVRİM Kozmopolit Aydınlar

Evrim ve Evrim Kuramı Hakkında Temel Bilgiler

Ara Geçiş Formu Örnekleri

Posted on 24/02/2011 by Kozmopolit Aydınlar

0

 

 
Rate This

Konuya başlarken “ara geçiş formu” yerine “geçiş formu” denmesini daha çok yeğlediğimi belirtmek isterim. Ancak daha yaygın bir kullanım olduğu için “ara geçiş formu”, başlık olarak kullanılmıştır. Yine de bu kullanımların ölümcül bir hata olmadığını belirtmek isterim.

Geçiş formu denilen şey aslında taksonomik ihtiyaçlar çerçevesinde yapılmış yapay bir ayrımdır. Yani doğada gelmiş ve geçmiş her canlı başlı başına varolmuş ve bir nihai amaç doğrultusunda evrilmiş değildir. Temel olarak söylemek gerekirse, sınıflandırmada, iki ana tür arasındaki geçiş dönemine ait canlılara ait fosil kayıtlarını işaret etmektedir. Elbetteki bu iki ana tür uzun dönem varlıklarını, üremelerini sürdürebilen verimli türleri ifade etmektedir.

Günümüzde bu geçiş formlarını özellikle yaratılışçılar kolay kolay anlamamaktadırlar. Bunun için Richard Dawkins’den şu alıntı, konuyu biraz açıklığa kavuşturacaktır sanırım;

 

“Bu insanların ara-form olmadığının düşünmesinin nedeni ara-formun neye benzeyeceği ile ilgili çok garip bir fikre sahip olmalarından kaynaklanıyor. Bebek bir timsal ile yer sincabını gösterip: “Timsahlarla sincaplar arasında bir ara geçiş formu yoktur.” diyorlar. İyi de niye sincapla timsah arasında ara-form olsun ki? Sanıyorlar ki modern bir hayvanı ve diğer bir modern hayvanı alacaksınız ve bir çeşit ikisinin ortasını bulacaksınız. (…) Aslında ara geçiş formu diye birşey yoktur, çünkü bulacağınız her fosil bir şeyle başka bir şey arasında bir “şey” olacaktır zaten.”

Yani her canlı zaten geçiş formu olmaya mahkumdur. Örneğin ilerde insanlar başlı başına farklı bir tür haline gelince, günümüz insanı (homo sapiens sapiens) ile ilerdeki olacak olan insan arasındaki geçiş formu bu bahsi geçen iki ana tür arası dönemde yaşayan canlılar olacaklardır. Yani yaşayan ve yaşamış her canlı bir geçiş formdur.

Bu bağlamda yine Richar Dawkins’den bir alıntı yapmakta fayda var;

 

 

“Yaradılışçılar, fosil kayıtlarını pek severler, çünkü birbirlerine sürekli “fosil kayıtlarında birsürü boşluk var” mantrasını tekrar tekrar söylemeleri öğütlenmiştir. “Bana ara formları göster!” derler. Bu “boşlukların” evrimciler için utanç kaynağı olduğunu çok ama çok büyük bir keyifle hayal ederler. Bırakın elimizde halihazırda inanılmaz sayıda bulunan ve evrimsel tarihi belgeleyen (üstelik aralarında harikulade ara formların bulunduğu) fosilleri, aslına bakılırsa, herhangi bir fosili bulabildiğimiz için bile şanslıyız. Kazabileceğimiz zengin fosil madenlerine sahip olmamız tam anlamıyla bir ikramiye ve her geçen gün daha da fazla fosil keşfediliyor. Fakat elbette herşeye rağmen boşluklar var ve yaradılışçılar o boşluklara hastalıklı bir sevgi duyuyor.

Fosil kayıtlarında neden bir maybağa yok? Eh, çünkü elbette maymunlar kurbağalardan gelmiyor. Aklı başında hiçbir evrimci şimdiye kadar böyle birşeyi veya tavukların timsahtan geldiğini söylemedi. Maymunlar ve kurbağaların, hiçbirine benzemeyen bir ortak atası var. Milyonlarca tür hayvanın her biri diğeriyle ortak bir ataya sahip. Eğer evrimi kavrayışınız bir maybağa ya da timsavuk görmemiz gerektiğini düşünecek kadar çarpıksa, köpekomatezlerin ve filpanzelerin olmamasını da çılgıncasına ironik buluyor olmalısınız. Günümüzdeki hiçbir tür diğer bir çağdaş türden türemedi(yakın zamandaki türleşmeleri saymazsak).”

 

Şimdi de somut örneklerin zamanıdır;

Archaeopteryx

 

148-150 milyon yıl önce yaşamış olan ve Darwin’in “Türlerin Kökeni” nin yayınlanmasından 2 yıl sonra bulunmuş olan (1861) dinazorlarla kuşlar arasında yer alan bir ara form örneğidir. Türe ait toplam 11 tane fosil bulunmuştur.

Küçük theropod dinazorlarla, kuşlarla olduğundan daha fazla ortak özelliği olmasına rağmen evrim karşıtları tarafından ısrarla nesli tükenmiş bir kuş olarak algılanmaktadır. Dinazorlara benzer keskin dişleri, 3 tırnaklı pençeleri, uzun kemikli bir kuyruğu, öldürücü pençe adı da verilen ikinci ayak parmağı ve birçok başka iskeletssel benzerlikleri vardır. Ama bunun yanında uçuş tüyleri de vardır, bu nedenle kuş ile dinazor arası bir canlıdır.

Nature’ın 2010 Mayıs ayı sayısında yayınlanan makalede, Archaeopteryx’in fosilleşmiş kanatlarında, bazı kimyasal maddelerin izlerinin bulunduğu bildirildi. Uzmanlar bu maddelerin varlığının, dinozorlarla kuşlar arasındaki evrimsel bağa yeni bir kanıt oluşturduğu kanısında. Amerikan Bilimler Akademisi (PNAS) dergisinde yayımlanan araştırma, Amerikalı ve İngiliz paleontologların, 19. yüzyılda ortaya çıkarılan 150 milyon yıllık Archaepteryx fosilinde, Archaepteryx’in kanatlarından gelen kimyasal maddelerin izlerine rastladıklarını belirtiyor.

Araştırmaya göre paleontologlar, ilkel kuşun fosilleşmiş kemiklerinde çinko, bakır ve modern kuşların kanadında da bulunan az miktarda fosfor ve kükürt tespit etti. Bilim adamları, fosfor ve kükürdün kuşların sağlığı için gerekli olduğunu, çinko ve bakırın da kuşların besinlerinin içinde yer aldığını belirtiyor. Bu maddelerin Archaeopteryx fosilinde bulunmasının, evrim zincirinde bu ilkel kuşla dinozorlar arasındaki bağı kanıtladığı ifade ediliyor. Fosilin ABD’nin California eyaletindeki Stanford üniversitesinde X ışınlarına tabi tutulduğunu söyleyen ve araştırmayı kaleme alan Dr. Roy Wogelius, “Bugüne dek, hep kuşlarla dinozorlar arasındaki fiziksel bağdan söz ediyorduk, şimdi de aralarında kimyasal bağ bulduk” diye konuştu.

Odontochelys semitestacea
Çin’de bulunan 220 milyon yıllık sucul bir kaplumbağadır.

Ancak günümüz kaplumbağalarının aksine dişleri vardır, kaburgaları düz ve geniştir, kuyruğu çok daha uzundur ancak hepsinden ilginci yarım kabuğu vardır; karnı plastron adı verilen ve modern deniz kaplumbağalarınınkine benzeyen bir kabukla kaplıdır. Fakat kabuğun karapaks adı verilen sırt kısmından yoksundur. Yani yarım kabuklu bir kaplumbağadır ve mükemmel bir ara form örneğidir.

Tiktaalik Rosae
375 milyon yıl önce yaşamış, ilk fosil 2004′te Kanada’da bulunmuştur. Balıktan kara canlısına, yani tetrapod (4 ayaklı) canlılara geçişi temsil eden örneklerden biridir.

Tiktaalik hem ilkel balıklarla, hem de ilk tetrapodlarla ortak özellikler taşır. İlk bakışta, balıklarla ortak özellikleri dikkat çeker: Yüzgeçler, solungaçlar, pullar gibi.Ama aynı zamanda tıpkı timsahlarda olduğu gibi kafası yassıdır ve gözleri kafasının üzerindedir, omuzları kafatasına bağlı değildir, böylece boynunu çevirebilir, ki bu da balıklarda olmayan bir özelliktir. Ayrıca karada solunuma yardımcı olmayı ve vücudu destekelemeye yarayan ve de ilk tetrapodlarda görülen kaburgalara sahiptir.

Tiktaalik’in karada yürüyüp yürüyemediğine dair farklı görüşler olsa da, genel kabul gören görüş; bir amfibiyen gibi yürüyemediği, hayatını daha çok sığ sularda geçirdiği, zaman zaman da ön uzuvlarıyla karaya sürünerek çıkıp avlanıp suya geri girdiği yönündedir.

Ambulocetus
“Yürüyen balina” da denilen Ambulocetus, balina evriminde temel bir ara form örneğidir. 49-50 milyon yıl önce yaşamıştır. Balinaların, kara canlılarından evrimleştiğine dair bir geçiş formudur.

3 metrelik bir memeli timsaha benzetilebilecek olan bu canlı, arka ayakları karada yürümektense yüzmeye daha elverişli olduğu için açıkça bir amfibiyendi. Tıpkı balinalar gibi sırtını dikine hareket ettirerek yüzerdi. Dişlerinden yapılan kimyasal çalışmalara göre tatlı ve tuzlu su arasında geçiş yapabilme özelliği vardı. Dış kulağa sahip değildi, karada avını bulmak için kafasını yere dayıyor olabilirdi. Bilim adamları Ambulocetus’u ilkel bir balina olarak kabul eder çünkü onlarla aynı sucul adaptasyonlara sahiptir: Suyun altında yutkunmasına yarayan bir burnu ve su altında işitmeye yarayan, balinalarınkine benzer periyotik kemikleri vardır. Ayrıca dişleri de ilkel cetaceanlara benzer. Not: cetacean = memeli deniz hayvanları

Ayrıca balina evriminde şu türler de sayılmalıdır: Indohyus, Basilosaurus, Dorudon , Zeuglodon

Anchiornis huxleyi
Anchiornis huxleyi’nin özellikle ayak civarının bol tüylü oluşu, evrime yeni bakış açısı getirmiştir. Araştırmacılara göre, ön ve arka ayakların alt kısımlarıyla kuyruktaki tüyler, dört kanat ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Ancak büyük tüyler, sonraki kuş evrimi sırasında daha da büyürken, arka kanatların tüyleri küçülüp kaybolur.

Fosildeki tüye rengini veren melanozom pigmentlerinin incelenmesi sonucunda, bütün hayat döngüsü boyunca bu canlının aldığı renkler ortaya çıkarılabildi ve böylece, Anchiornis huxleyi, aynı zamanda rengini kesin olarak belirleyebildiğimiz ilk mezozoik dinazor örneği de olmuş oldu.

Dinazorlardan kuşa evrim konusunda önemli bir buluştur, aynı zamanda tüyün evrimine dair de oldukça önemli veriler sağlamıştır.

—–
Yazmaya kalksak aslında bütün bilinen fosiller birer geçiş formudur, evrimin yavaş yavaş ve birikerek ilerlemesine birer kanıttır ama insanlar daha çarpıcı örnekler arıyor genelde.

Merak edenler veya evrim konusunda şüphesi olanlar, aşağıdaki listeden araştırmaya başlayabilirler:

Balıktan amfibiyene:
Paleoniscoids ,Osteolepis, Acanthostega, Ichthyostega, Eusthenopteron, Tiktaalik, Sterropterygion, Panderichthys, Eryops, Elpistostege, Obruchevichthys, Hynerpeton , Tulerpeton, Labyrinthodonts ,Lungfish (ciğer balığı)

Amfibiyenden sürüngene:
Proterogyrinus, Limnoscelis, Tseajaia, Solenodonsaurus, Hylonomus, Paleothyris, Seymouria

Sürüngenden memeliye:
Paleothyris, Protoclepsydrops haplous, Clepsydrops, Archaeothyris, Varanops, Haptodus, Dimetrodon, Sphenacodon, Biarmosuchia, Procynosuchus, Dvinia, Thrinaxodon, Cynognathus, Diademodon, Probelesodon, Probainognathus, Exaeretodon, Oligokyphus, Kayentatherium, Pachygenelus, Diarthrognathus, Adelobasileus cromptoni, Sinoconodon, Kuehneotherium, Morganucodon, Eozostrodon, Morganucodon, Haldanodon, Peramus, Endotherium, Kielantherium, Aegialodon, Steropodon galmani, Vincelestes neuquenianus, Pariadens kirklandi, Kennalestes, Asioryctes, Cimolestes, Procerberus, Gypsonictops

Dinazordan kuşa:
Allosaurus, Coelophysis, Compsognathus, Eoraptor, Epidendrosaurus, Herrerasaurus, Ceratosaurus, Allosaurus, Compsognathus, Sinosauropteryx, Protarchaeopteryx, Caudipteryx, Velociraptor, Deinonychus, Oviraptor, Sinovenator, Beipiaosaurus, Lisboasaurus, Sinornithosaurus, Microraptor , Archaeopteryx , Rahonavis, Confuciusornis, Sinornis, Patagopteryx, Ambiortus, Hesperornis, Apsaravis, Ichthyornis, Columba

—–
Bu aşamadan sonra yaşayan ve aslında bir tür olan ancak yine de ara geçiş formu olarak nitelendirilebilen canlılara bakmakta fayda var. Bunlar bir anlamda yaratılışçıların görmeyi umdukları “garip canlılar” olarak nitelendirilebilir. Farklı türlerin özelliklerini taşıyan ve günümüzde soyları tükenme tehlikesi altında bulunan canlı türleridir.

Tree Kangaroo

(Ağaç kangurusu)

Ajolote

(Ayaklı yılanlar)

Fire Ant

(Ateş karıncası)

Axolotl

(Ambystoma mexicanum)

Jerboa

(Cırboğa)

Okapi

Platypus

(Ornitorenk)

Quagga

(Nesli tükenmiştir. Fotoğraf Londra hayvanat bahçesinde çekilmiş ve 1870′den kalmıştır)

 

Trionychidae-

Soft shelled turtle

(Yumuşak kabuklu kaplumbağa)

 

Solpugid (Sun Spider)

(10 bacaklı gibi görünse de öndeki çift dokunaçtır, her örümcek gibi 8 bacağı vardır)

 

Tapir

Tapir




25/9/2006

16. Homo Sapiens Neanderthalensis

 

 

Feldhofer, Neanderthal 1, Homo sapiens neanderthalensis

 



 

http://www.talkorigins.org/faqs/homs/feldhofer.jpg

 

1856 yılında Johann Fuhlrott tarafından Almanya'nın neander vadisinde Feldhofer mağarasında bulunmuştur. Buluntu, kafatası başlığı, ama kemikleri, leğen kemiğinin bir kısmı, bazı kaburgalar ve bazı kol ve omuz kemiklerinden oluşmuştur. Sol alt kol kemiği yaşam süresinde kırılmış, ve bu nedenle sol kolu sağ koluna göre daha kısa kalmıştır. Fuhlrott bunun ilkel bir insan oldugunu farketmiş, ama Rudolf Virchow tarafından başkanlığı yapılan Alman kurumu bunu reddetmiş, yanlış bir şeklide, patolojik modern bir insan iskeleti oldugunu idda etmiştir (Trinkaus and Shipman 1992). 1999 yılında orijinal bölge tekrar keşfedilmiş ve aynı örneğe ait başka kemikler de bulunmuştur.

 

(Aslında daha önceden iki neandertal kalıntısı bulunmuştu. 1829 yılında Belçika'da bulunan 2.5 yaşında bir bebeğe ait cranium parçası, 1936 yılına kadar farkedilmemişti. Gibraltar'da 1848 yılında bir yetişkine ait cranium 1864 yılında fark edilene kadar müzenin tozları arasında kalmıştı)

 

 

 

"Spy 1 and 2", Homo sapiens neanderthalensis

 

Marcel de Puydt ve Max Lohest tarafından 1886 yılında Belçika'da bulunmuştur. Tahmini yaşı 60,000 dir. Buluntu, neredeyse kemiklerin tamamının mevcut olduğu iki iskelete aittir. Iskeleti inceleyenler, yaşlı bireylere ait olduklarını başarıyla farketmişler, iskeletteki patolojik problemlerden dolayı Neandertal'lerin dizleri kıvrık bir şekilde yürüdükleri söylentisinin yayılmasına sebep olmuşlardır.

 

"Krapina Site

 

", Homo sapiens neanderthalensis

 

 

http://www.krapina.com/neandertals/images/sl_zbi01a.jpg

 

 

http://www.krapina.com/neandertals/images/sl_zbi01b.jpg

 

Dragutin Gorjanovic-Kramberger tarafından 1899 yılında Hırvatistan'ın Krapina bölgesi yakınlarında bulunmuştur. Bu yerleşkede iki ila üç düzine örneğin önemli kalıntılarına, dişlerine ve çene parçalarına rastlanmıştır. Gorjanovic 1906 yılında bulduklarını yayınladığında, bir daha Neandertal'lerin patolojik olarak modern insan olmadığı ortaya çıkmıştır.

 

 

 

 

 

"Old Man", Homo sapiens neanderthalensis

 

 

http://www.talkorigins.org/faqs/homs/chapelle.jpg

 

Amedee ve Jean Bouyssonie tarafından 1908 yılında Fransa'nın La-Chapelle-aux-Saints bölgesi yakınlarında bulunmuştur. Yaklaşık 50.000 yıllık olup beyin hacmi 1620 cc'dir. Kemiklerinin çogu mevcut olan iskelet, Marcellin Boule tarafından yeniden birleştirilmiştir. Konu hakkında kesin ve etkili bir makale yazmış olan Marcellin'in vardığı pek çok sonucun tamamen yanlış oldugu ortaya çıkmıştır. Fosilin maymunumsu yapısını abartmış, neandertallerin öne doğru eğik ve dizleri kıvrık şekilde yürüyen canlılar olduğu söylentisinin onyıllarca ortalıkta dolaşmasına neden olmuştur. Bu örnek öldüğünde 30 veya 40 yaşlarındaydı. Iyileşmiş kırık bir kaburgası, kalçasında, boynun altında, sırtında ve omuzlarında çeşitli atrit (mafsal iltihabi) problemleri vardı ve çogu azı dişlerini kaybetmişti. Bu halde yaşayabilmesinin nedeni neandertallerin kamaşık bir sosyal yaşantıya sahip olmaları olsa gerektir.

 

 

 

 

"Shanidar Site", Homo sapiens neanderthalensis

 

Ralph Solecki 1953 ve 1960 yılları arasında Irak'ta Shanidar mağarasında 9 neandertal iskeleti bulmuştur. 70,000 ila 40,000 yıllık oldukları tahmin edilmektedir. Içlerinden birtanesi, Shanidar 4, çiçeklerden oluşan hediyelerle birlikte gömülmüştür (bu yorum tartışmalıdır). 1971 yılında Solecki "Shanidar ilk çiçek insanlari" adında, önceki kaba yarı-insan söylencelerini tersine çeviren, bir kitap yazmıştır. Diğer bir iskelet, Shanidar 1, kısmi kördü, tek elli ve kötürümdü (topal). Bu bireyin yaşamış olması karmaşık sosyal yapıya kanıttır.

 

 

 

 

"Saint-Cesaire Neandertal", Homo sapiens neanderthalensis

 

 

http://www.modernhumanorigins.net/hominids/saintcesairefront.jpg

 

 

 

 

 

http://www.modernhumanorigins.net/hominids/saintcesairerside.jpg

 

Froancois Leveque tarafından 1979 yılında Fransa'da Saint-Cesaire yakınlarında bulunmuştur. Kötü bir şekilde parçalanmış iskeletten ibrettir. Kafatası, cranium'un arka tarafı hariç, büyük bir oranda ele geçmiştir. Yaklaşık 35,000 yıllık ve bilinen en son neandertal'lerden biridir. Bu buluntunun özelligi, neandertallerden daha çok Cro-Magnon kültürüne ait oldugu düşünülen aletlerle birlikte bulunmuş olmasıdır.

 

 

 

 

Genel Bilgiler:

Neandertal adamı 230,000 ila 30,000 yıl önce yaşamıştır. Ortalama beyin büyüklüğü modern insanlara göre biraz daha büyük olup yaklaşık 1450 cc’dir, ama bu onların iri yapısı ile ilgili olmalıdır. Beyin muhafazası modern insana göre daha uzun ama daha aşağıdadır ve kafatasının arkasında belirgin bir çıkınıt vardır. Erectus gibi çıkıntılı çene kemiği ve geriye çekilmiş alınları vardı. Yüzlerinin orta kısımları da çıkıntılı olup, erectus ve modern insanda olmayan bu özelliğin soğuğa uyumdan kaynaklanmış olabileceği düşünülmektedir. Anatomik olarak modern insandan çeşitli küçük farklılıklar sergilemektedirler,  en tuhaf farklılık kürek kemiğinin alışılmamış özellikleri ve leğen bölgesindeki kasık kemiği. Neandertaller çoğunlukla soğuk iklimde yaşadılar ve vücut oranları soğuğa uyum göstermiş modern insanlarla aynıdır: kısa el ve ayaklara sahip, kısa boylu ve ısı kaybını azaltacak şekilde kıvrımsız. Erkekler ortalama 168 cm boyundaydı. Kemikleri kalın ve ağır olup güçlü kaslara sahip olunduğunu gösteren belirtiler sergilemektedir. Neandertaller modern standartlara göre olağanüstü güçlüdür ve iskeletleri vahşi yaşam koşullarına dayanmak zorunda kaldıklarının işaretleriyle doludur.  Oldukça yüksek sayıda alet ve silahlar bulunmuştur ki bunlar Homo erectusun aletlerine göre daha gelişmiştir. Neandertaller korkutucu avcıydılar ve yaklaşık 100,000 yıllık bilinen en mezarlık ile, ölülerini gömdükleri bilinen ilk insansıdır. Avrupa ve Ortadoğu bölgelerinde bulunmuşlardır. Batı avrupa Neandertalleri daha sağlam bir yapıya sahip olup bazen “klasik Neandertaller” olarak adlandırılırlar. Başka yerlerde bulunan neandertaller daha ince bir yapı sergilemektedir. (Trinkaus and Shipman 1992; Trinkaus and Howells 1979; Gore 1996)


Dinozor-kuş bağlantısına yeni kanıt

 

 

 

 

Kuşların atalarından sayılan bir türe ait fosilde dinozorlarla modern kuşlarda bulunan kimyasal maddeler tespit edildi.

 

Kuşların ilkel atası Archaepteryx'in fosilleşmiş kanatlarında, bazı kimyasal maddelerin izlerinin bulunduğu bildirildi. Uzmanlar bu maddelerin varlığının, dinozorlarla kuşlar arasındaki evrimsel bağa yeni bir kanıt oluşturduğu kanısında.

Amerikan Bilimler Akademisi (PNAS) dergisinde yayımlanan araştırma, Amerikalı ve İngiliz paleontologların, 19. yüzyılda ortaya çıkarılan 150 milyon yıllık Archaepteryx fosilinde Archaepteryx'in kanatlarından gelen kimyasal maddelerin izlerine rastladıklarını belirtiyor.

Araştırmaya göre paleontologlar, ilkel kuşun fosilleşmiş kemiklerinde çinko, bakır ve modern kuşların kanadında da bulunan az miktarda fosfor ve kükürt tespit etti.

Bilim adamları, fosfor ve kükürdün kuşların sağlığı için gerekli olduğunu, çinko ve bakırın da kuşların besinlerinin içinde yer aldığını belirtiyor.

Bu maddelerin Archaepteryx fosilinde bulunmasının, evrim zincirinde bu ilkel kuşla dinozorlar arasındaki bağı kanıtladığı ifade ediliyor.

Archaepteryx fosilinin ABD'nin California eyaletindeki Stanford üniversitesinde x ışınlarına tabi tutulduğunu söyleyen ve araştırmayı kaleme alan Dr. Roy Wogelius, "Bugüne dek, hep kuşlarla dinozorlar arasındaki fiziksel bağdan söz ediyorduk, şimdi de aralarında kimyasal bağ bulduk" diye konuştu.




Haberi YazdırYazdır Haberi YollaYolla | Arşive Ekle Yaşam 

 

Evrim izlerine en yeni kanıt

Evrim izlerine en yeni kanıt
Gogonasus fosili Melbourne Müzesi'nde bir ay boyu sergilenecek. FOTOĞRAF: AFP
20/10/2006 (1865 kişi okudu)

SYDNEY - Batı Avustralya'da, 380 milyon yıllık Gogonasus isimli balığın fosili bulundu. Balığın kafatasında, kafasının üzerinden nefes almasını sağlayan geniş delikler bulunuyor.
Araştırmacılar, adaleli yüzgeçlerinde insan kolundaki dirsek ve ön kol kemiğine benzer yapılar bulunduğunu belirlediği iskeletin, balıkların sanılandan çok daha önce kara hayvanlarının karakteristik özelliklerini taşımaya başladığını gösterdiğini açıkladı.
Gogonasus'u 'omurgalı evrimindeki kayıp ipucu' olarak tanımlayan araştırmacı John Long, fosilin kara hayvanlarının oluşumuna yol açan balık türüne ait, dünyadaki ilk mükemmel ve eksiksiz iskelet olduğunu söylüyor. Bu yılın başında suda yaşayan canlılardan kara canlılarına geçişte 'kayıp halka' olan 375 milyon yaşındaki balık türü Tiktaalik'in bulunduğu duyurulmuştu. Long, Gogonasus'un balığı daha fazla andırdığını açıkladı.
Evrimle ilgili bir gelişme de, evrim teorisinin yaratıcısı Charles Darwin'in çalışmalarının bundan böyle internet yoluyla da takip edilebilecek olması. www.darwin-online.org.uk adresinde henüz arşivin tamamı yer almıyor ancak iki yıl içinde tüm materyaller siteye eklenecek. (afp, aa

DARWİN VE EVRİM Kozmopolit Aydınlar

Evrim ve Evrim Kuramı Hakkında Temel Bilgiler

Ara Geçiş Formu Örnekleri

 

 
Rate This

Konuya başlarken “ara geçiş formu” yerine “geçiş formu” denmesini daha çok yeğlediğimi belirtmek isterim. Ancak daha yaygın bir kullanım olduğu için “ara geçiş formu”, başlık olarak kullanılmıştır. Yine de bu kullanımların ölümcül bir hata olmadığını belirtmek isterim.

Geçiş formu denilen şey aslında taksonomik ihtiyaçlar çerçevesinde yapılmış yapay bir ayrımdır. Yani doğada gelmiş ve geçmiş her canlı başlı başına varolmuş ve bir nihai amaç doğrultusunda evrilmiş değildir. Temel olarak söylemek gerekirse, sınıflandırmada, iki ana tür arasındaki geçiş dönemine ait canlılara ait fosil kayıtlarını işaret etmektedir. Elbetteki bu iki ana tür uzun dönem varlıklarını, üremelerini sürdürebilen verimli türleri ifade etmektedir.

Günümüzde bu geçiş formlarını özellikle yaratılışçılar kolay kolay anlamamaktadırlar. Bunun için Richard Dawkins’den şu alıntı, konuyu biraz açıklığa kavuşturacaktır sanırım;

 

“Bu insanların ara-form olmadığının düşünmesinin nedeni ara-formun neye benzeyeceği ile ilgili çok garip bir fikre sahip olmalarından kaynaklanıyor. Bebek bir timsal ile yer sincabını gösterip: “Timsahlarla sincaplar arasında bir ara geçiş formu yoktur.” diyorlar. İyi de niye sincapla timsah arasında ara-form olsun ki? Sanıyorlar ki modern bir hayvanı ve diğer bir modern hayvanı alacaksınız ve bir çeşit ikisinin ortasını bulacaksınız. (…) Aslında ara geçiş formu diye birşey yoktur, çünkü bulacağınız her fosil bir şeyle başka bir şey arasında bir “şey” olacaktır zaten.”

Yani her canlı zaten geçiş formu olmaya mahkumdur. Örneğin ilerde insanlar başlı başına farklı bir tür haline gelince, günümüz insanı (homo sapiens sapiens) ile ilerdeki olacak olan insan arasındaki geçiş formu bu bahsi geçen iki ana tür arası dönemde yaşayan canlılar olacaklardır. Yani yaşayan ve yaşamış her canlı bir geçiş formdur.

Bu bağlamda yine Richar Dawkins’den bir alıntı yapmakta fayda var;

 

 

“Yaradılışçılar, fosil kayıtlarını pek severler, çünkü birbirlerine sürekli “fosil kayıtlarında birsürü boşluk var” mantrasını tekrar tekrar söylemeleri öğütlenmiştir. “Bana ara formları göster!” derler. Bu “boşlukların” evrimciler için utanç kaynağı olduğunu çok ama çok büyük bir keyifle hayal ederler. Bırakın elimizde halihazırda inanılmaz sayıda bulunan ve evrimsel tarihi belgeleyen (üstelik aralarında harikulade ara formların bulunduğu) fosilleri, aslına bakılırsa, herhangi bir fosili bulabildiğimiz için bile şanslıyız. Kazabileceğimiz zengin fosil madenlerine sahip olmamız tam anlamıyla bir ikramiye ve her geçen gün daha da fazla fosil keşfediliyor. Fakat elbette herşeye rağmen boşluklar var ve yaradılışçılar o boşluklara hastalıklı bir sevgi duyuyor.

Fosil kayıtlarında neden bir maybağa yok? Eh, çünkü elbette maymunlar kurbağalardan gelmiyor. Aklı başında hiçbir evrimci şimdiye kadar böyle birşeyi veya tavukların timsahtan geldiğini söylemedi. Maymunlar ve kurbağaların, hiçbirine benzemeyen bir ortak atası var. Milyonlarca tür hayvanın her biri diğeriyle ortak bir ataya sahip. Eğer evrimi kavrayışınız bir maybağa ya da timsavuk görmemiz gerektiğini düşünecek kadar çarpıksa, köpekomatezlerin ve filpanzelerin olmamasını da çılgıncasına ironik buluyor olmalısınız. Günümüzdeki hiçbir tür diğer bir çağdaş türden türemedi(yakın zamandaki türleşmeleri saymazsak).”

 

Şimdi de somut örneklerin zamanıdır;

Archaeopteryx

 

148-150 milyon yıl önce yaşamış olan ve Darwin’in “Türlerin Kökeni” nin yayınlanmasından 2 yıl sonra bulunmuş olan (1861) dinazorlarla kuşlar arasında yer alan bir ara form örneğidir. Türe ait toplam 11 tane fosil bulunmuştur.

Küçük theropod dinazorlarla, kuşlarla olduğundan daha fazla ortak özelliği olmasına rağmen evrim karşıtları tarafından ısrarla nesli tükenmiş bir kuş olarak algılanmaktadır. Dinazorlara benzer keskin dişleri, 3 tırnaklı pençeleri, uzun kemikli bir kuyruğu, öldürücü pençe adı da verilen ikinci ayak parmağı ve birçok başka iskeletssel benzerlikleri vardır. Ama bunun yanında uçuş tüyleri de vardır, bu nedenle kuş ile dinazor arası bir canlıdır.

Nature’ın 2010 Mayıs ayı sayısında yayınlanan makalede, Archaeopteryx’in fosilleşmiş kanatlarında, bazı kimyasal maddelerin izlerinin bulunduğu bildirildi. Uzmanlar bu maddelerin varlığının, dinozorlarla kuşlar arasındaki evrimsel bağa yeni bir kanıt oluşturduğu kanısında. Amerikan Bilimler Akademisi (PNAS) dergisinde yayımlanan araştırma, Amerikalı ve İngiliz paleontologların, 19. yüzyılda ortaya çıkarılan 150 milyon yıllık Archaepteryx fosilinde, Archaepteryx’in kanatlarından gelen kimyasal maddelerin izlerine rastladıklarını belirtiyor.

Araştırmaya göre paleontologlar, ilkel kuşun fosilleşmiş kemiklerinde çinko, bakır ve modern kuşların kanadında da bulunan az miktarda fosfor ve kükürt tespit etti. Bilim adamları, fosfor ve kükürdün kuşların sağlığı için gerekli olduğunu, çinko ve bakırın da kuşların besinlerinin içinde yer aldığını belirtiyor. Bu maddelerin Archaeopteryx fosilinde bulunmasının, evrim zincirinde bu ilkel kuşla dinozorlar arasındaki bağı kanıtladığı ifade ediliyor. Fosilin ABD’nin California eyaletindeki Stanford üniversitesinde X ışınlarına tabi tutulduğunu söyleyen ve araştırmayı kaleme alan Dr. Roy Wogelius, “Bugüne dek, hep kuşlarla dinozorlar arasındaki fiziksel bağdan söz ediyorduk, şimdi de aralarında kimyasal bağ bulduk” diye konuştu.

Odontochelys semitestacea
Çin’de bulunan 220 milyon yıllık sucul bir kaplumbağadır.

Ancak günümüz kaplumbağalarının aksine dişleri vardır, kaburgaları düz ve geniştir, kuyruğu çok daha uzundur ancak hepsinden ilginci yarım kabuğu vardır; karnı plastron adı verilen ve modern deniz kaplumbağalarınınkine benzeyen bir kabukla kaplıdır. Fakat kabuğun karapaks adı verilen sırt kısmından yoksundur. Yani yarım kabuklu bir kaplumbağadır ve mükemmel bir ara form örneğidir.

Tiktaalik Rosae
375 milyon yıl önce yaşamış, ilk fosil 2004′te Kanada’da bulunmuştur. Balıktan kara canlısına, yani tetrapod (4 ayaklı) canlılara geçişi temsil eden örneklerden biridir.

Tiktaalik hem ilkel balıklarla, hem de ilk tetrapodlarla ortak özellikler taşır. İlk bakışta, balıklarla ortak özellikleri dikkat çeker: Yüzgeçler, solungaçlar, pullar gibi.Ama aynı zamanda tıpkı timsahlarda olduğu gibi kafası yassıdır ve gözleri kafasının üzerindedir, omuzları kafatasına bağlı değildir, böylece boynunu çevirebilir, ki bu da balıklarda olmayan bir özelliktir. Ayrıca karada solunuma yardımcı olmayı ve vücudu destekelemeye yarayan ve de ilk tetrapodlarda görülen kaburgalara sahiptir.

Tiktaalik’in karada yürüyüp yürüyemediğine dair farklı görüşler olsa da, genel kabul gören görüş; bir amfibiyen gibi yürüyemediği, hayatını daha çok sığ sularda geçirdiği, zaman zaman da ön uzuvlarıyla karaya sürünerek çıkıp avlanıp suya geri girdiği yönündedir.

Ambulocetus
“Yürüyen balina” da denilen Ambulocetus, balina evriminde temel bir ara form örneğidir. 49-50 milyon yıl önce yaşamıştır. Balinaların, kara canlılarından evrimleştiğine dair bir geçiş formudur.

3 metrelik bir memeli timsaha benzetilebilecek olan bu canlı, arka ayakları karada yürümektense yüzmeye daha elverişli olduğu için açıkça bir amfibiyendi. Tıpkı balinalar gibi sırtını dikine hareket ettirerek yüzerdi. Dişlerinden yapılan kimyasal çalışmalara göre tatlı ve tuzlu su arasında geçiş yapabilme özelliği vardı. Dış kulağa sahip değildi, karada avını bulmak için kafasını yere dayıyor olabilirdi. Bilim adamları Ambulocetus’u ilkel bir balina olarak kabul eder çünkü onlarla aynı sucul adaptasyonlara sahiptir: Suyun altında yutkunmasına yarayan bir burnu ve su altında işitmeye yarayan, balinalarınkine benzer periyotik kemikleri vardır. Ayrıca dişleri de ilkel cetaceanlara benzer. Not: cetacean = memeli deniz hayvanları

Ayrıca balina evriminde şu türler de sayılmalıdır: Indohyus, Basilosaurus, Dorudon , Zeuglodon

Anchiornis huxleyi
Anchiornis huxleyi’nin özellikle ayak civarının bol tüylü oluşu, evrime yeni bakış açısı getirmiştir. Araştırmacılara göre, ön ve arka ayakların alt kısımlarıyla kuyruktaki tüyler, dört kanat ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Ancak büyük tüyler, sonraki kuş evrimi sırasında daha da büyürken, arka kanatların tüyleri küçülüp kaybolur.

Fosildeki tüye rengini veren melanozom pigmentlerinin incelenmesi sonucunda, bütün hayat döngüsü boyunca bu canlının aldığı renkler ortaya çıkarılabildi ve böylece, Anchiornis huxleyi, aynı zamanda rengini kesin olarak belirleyebildiğimiz ilk mezozoik dinazor örneği de olmuş oldu.

Dinazorlardan kuşa evrim konusunda önemli bir buluştur, aynı zamanda tüyün evrimine dair de oldukça önemli veriler sağlamıştır.

—–
Yazmaya kalksak aslında bütün bilinen fosiller birer geçiş formudur, evrimin yavaş yavaş ve birikerek ilerlemesine birer kanıttır ama insanlar daha çarpıcı örnekler arıyor genelde.

Merak edenler veya evrim konusunda şüphesi olanlar, aşağıdaki listeden araştırmaya başlayabilirler:

Balıktan amfibiyene:
Paleoniscoids ,Osteolepis, Acanthostega, Ichthyostega, Eusthenopteron, Tiktaalik, Sterropterygion, Panderichthys, Eryops, Elpistostege, Obruchevichthys, Hynerpeton , Tulerpeton, Labyrinthodonts ,Lungfish (ciğer balığı)

Amfibiyenden sürüngene:
Proterogyrinus, Limnoscelis, Tseajaia, Solenodonsaurus, Hylonomus, Paleothyris, Seymouria

Sürüngenden memeliye:
Paleothyris, Protoclepsydrops haplous, Clepsydrops, Archaeothyris, Varanops, Haptodus, Dimetrodon, Sphenacodon, Biarmosuchia, Procynosuchus, Dvinia, Thrinaxodon, Cynognathus, Diademodon, Probelesodon, Probainognathus, Exaeretodon, Oligokyphus, Kayentatherium, Pachygenelus, Diarthrognathus, Adelobasileus cromptoni, Sinoconodon, Kuehneotherium, Morganucodon, Eozostrodon, Morganucodon, Haldanodon, Peramus, Endotherium, Kielantherium, Aegialodon, Steropodon galmani, Vincelestes neuquenianus, Pariadens kirklandi, Kennalestes, Asioryctes, Cimolestes, Procerberus, Gypsonictops

Dinazordan kuşa:
Allosaurus, Coelophysis, Compsognathus, Eoraptor, Epidendrosaurus, Herrerasaurus, Ceratosaurus, Allosaurus, Compsognathus, Sinosauropteryx, Protarchaeopteryx, Caudipteryx, Velociraptor, Deinonychus, Oviraptor, Sinovenator, Beipiaosaurus, Lisboasaurus, Sinornithosaurus, Microraptor , Archaeopteryx , Rahonavis, Confuciusornis, Sinornis, Patagopteryx, Ambiortus, Hesperornis, Apsaravis, Ichthyornis, Columba

—–
Bu aşamadan sonra yaşayan ve aslında bir tür olan ancak yine de ara geçiş formu olarak nitelendirilebilen canlılara bakmakta fayda var. Bunlar bir anlamda yaratılışçıların görmeyi umdukları “garip canlılar” olarak nitelendirilebilir. Farklı türlerin özelliklerini taşıyan ve günümüzde soyları tükenme tehlikesi altında bulunan canlı türleridir.

Tree Kangaroo

(Ağaç kangurusu)

Ajolote

(Ayaklı yılanlar)

Fire Ant

(Ateş karıncası)

Axolotl

(Ambystoma mexicanum)

Jerboa

(Cırboğa)

Okapi

Platypus

(Ornitorenk)

Quagga

(Nesli tükenmiştir. Fotoğraf Londra hayvanat bahçesinde çekilmiş ve 1870′den kalmıştır)

 

Trionychidae-

Soft shelled turtle

(Yumuşak kabuklu kaplumbağa)

 

Solpugid (Sun Spider)

(10 bacaklı gibi görünse de öndeki çift dokunaçtır, her örümcek gibi 8 bacağı vardır)

 

Tapir

Tapir




25/9/2006

16. Homo Sapiens Neanderthalensis

 

 

Feldhofer, Neanderthal 1, Homo sapiens neanderthalensis

 



 

http://www.talkorigins.org/faqs/homs/feldhofer.jpg

 

1856 yılında Johann Fuhlrott tarafından Almanya'nın neander vadisinde Feldhofer mağarasında bulunmuştur. Buluntu, kafatası başlığı, ama kemikleri, leğen kemiğinin bir kısmı, bazı kaburgalar ve bazı kol ve omuz kemiklerinden oluşmuştur. Sol alt kol kemiği yaşam süresinde kırılmış, ve bu nedenle sol kolu sağ koluna göre daha kısa kalmıştır. Fuhlrott bunun ilkel bir insan oldugunu farketmiş, ama Rudolf Virchow tarafından başkanlığı yapılan Alman kurumu bunu reddetmiş, yanlış bir şeklide, patolojik modern bir insan iskeleti oldugunu idda etmiştir (Trinkaus and Shipman 1992). 1999 yılında orijinal bölge tekrar keşfedilmiş ve aynı örneğe ait başka kemikler de bulunmuştur.

 

(Aslında daha önceden iki neandertal kalıntısı bulunmuştu. 1829 yılında Belçika'da bulunan 2.5 yaşında bir bebeğe ait cranium parçası, 1936 yılına kadar farkedilmemişti. Gibraltar'da 1848 yılında bir yetişkine ait cranium 1864 yılında fark edilene kadar müzenin tozları arasında kalmıştı)

 

 

 

"Spy 1 and 2", Homo sapiens neanderthalensis

 

Marcel de Puydt ve Max Lohest tarafından 1886 yılında Belçika'da bulunmuştur. Tahmini yaşı 60,000 dir. Buluntu, neredeyse kemiklerin tamamının mevcut olduğu iki iskelete aittir. Iskeleti inceleyenler, yaşlı bireylere ait olduklarını başarıyla farketmişler, iskeletteki patolojik problemlerden dolayı Neandertal'lerin dizleri kıvrık bir şekilde yürüdükleri söylentisinin yayılmasına sebep olmuşlardır.

 

"Krapina Site

 

", Homo sapiens neanderthalensis

 

 

http://www.krapina.com/neandertals/images/sl_zbi01a.jpg

 

 

http://www.krapina.com/neandertals/images/sl_zbi01b.jpg

 

Dragutin Gorjanovic-Kramberger tarafından 1899 yılında Hırvatistan'ın Krapina bölgesi yakınlarında bulunmuştur. Bu yerleşkede iki ila üç düzine örneğin önemli kalıntılarına, dişlerine ve çene parçalarına rastlanmıştır. Gorjanovic 1906 yılında bulduklarını yayınladığında, bir daha Neandertal'lerin patolojik olarak modern insan olmadığı ortaya çıkmıştır.

 

 

 

 

 

"Old Man", Homo sapiens neanderthalensis

 

 

http://www.talkorigins.org/faqs/homs/chapelle.jpg

 

Amedee ve Jean Bouyssonie tarafından 1908 yılında Fransa'nın La-Chapelle-aux-Saints bölgesi yakınlarında bulunmuştur. Yaklaşık 50.000 yıllık olup beyin hacmi 1620 cc'dir. Kemiklerinin çogu mevcut olan iskelet, Marcellin Boule tarafından yeniden birleştirilmiştir. Konu hakkında kesin ve etkili bir makale yazmış olan Marcellin'in vardığı pek çok sonucun tamamen yanlış oldugu ortaya çıkmıştır. Fosilin maymunumsu yapısını abartmış, neandertallerin öne doğru eğik ve dizleri kıvrık şekilde yürüyen canlılar olduğu söylentisinin onyıllarca ortalıkta dolaşmasına neden olmuştur. Bu örnek öldüğünde 30 veya 40 yaşlarındaydı. Iyileşmiş kırık bir kaburgası, kalçasında, boynun altında, sırtında ve omuzlarında çeşitli atrit (mafsal iltihabi) problemleri vardı ve çogu azı dişlerini kaybetmişti. Bu halde yaşayabilmesinin nedeni neandertallerin kamaşık bir sosyal yaşantıya sahip olmaları olsa gerektir.

 

 

 

 

"Shanidar Site", Homo sapiens neanderthalensis

 

Ralph Solecki 1953 ve 1960 yılları arasında Irak'ta Shanidar mağarasında 9 neandertal iskeleti bulmuştur. 70,000 ila 40,000 yıllık oldukları tahmin edilmektedir. Içlerinden birtanesi, Shanidar 4, çiçeklerden oluşan hediyelerle birlikte gömülmüştür (bu yorum tartışmalıdır). 1971 yılında Solecki "Shanidar ilk çiçek insanlari" adında, önceki kaba yarı-insan söylencelerini tersine çeviren, bir kitap yazmıştır. Diğer bir iskelet, Shanidar 1, kısmi kördü, tek elli ve kötürümdü (topal). Bu bireyin yaşamış olması karmaşık sosyal yapıya kanıttır.

 

 

 

 

"Saint-Cesaire Neandertal", Homo sapiens neanderthalensis

 

 

http://www.modernhumanorigins.net/hominids/saintcesairefront.jpg

 

 

 

 

 

http://www.modernhumanorigins.net/hominids/saintcesairerside.jpg

 

Froancois Leveque tarafından 1979 yılında Fransa'da Saint-Cesaire yakınlarında bulunmuştur. Kötü bir şekilde parçalanmış iskeletten ibrettir. Kafatası, cranium'un arka tarafı hariç, büyük bir oranda ele geçmiştir. Yaklaşık 35,000 yıllık ve bilinen en son neandertal'lerden biridir. Bu buluntunun özelligi, neandertallerden daha çok Cro-Magnon kültürüne ait oldugu düşünülen aletlerle birlikte bulunmuş olmasıdır.

 

 

 

 

Genel Bilgiler:

Neandertal adamı 230,000 ila 30,000 yıl önce yaşamıştır. Ortalama beyin büyüklüğü modern insanlara göre biraz daha büyük olup yaklaşık 1450 cc’dir, ama bu onların iri yapısı ile ilgili olmalıdır. Beyin muhafazası modern insana göre daha uzun ama daha aşağıdadır ve kafatasının arkasında belirgin bir çıkınıt vardır. Erectus gibi çıkıntılı çene kemiği ve geriye çekilmiş alınları vardı. Yüzlerinin orta kısımları da çıkıntılı olup, erectus ve modern insanda olmayan bu özelliğin soğuğa uyumdan kaynaklanmış olabileceği düşünülmektedir. Anatomik olarak modern insandan çeşitli küçük farklılıklar sergilemektedirler,  en tuhaf farklılık kürek kemiğinin alışılmamış özellikleri ve leğen bölgesindeki kasık kemiği. Neandertaller çoğunlukla soğuk iklimde yaşadılar ve vücut oranları soğuğa uyum göstermiş modern insanlarla aynıdır: kısa el ve ayaklara sahip, kısa boylu ve ısı kaybını azaltacak şekilde kıvrımsız. Erkekler ortalama 168 cm boyundaydı. Kemikleri kalın ve ağır olup güçlü kaslara sahip olunduğunu gösteren belirtiler sergilemektedir. Neandertaller modern standartlara göre olağanüstü güçlüdür ve iskeletleri vahşi yaşam koşullarına dayanmak zorunda kaldıklarının işaretleriyle doludur.  Oldukça yüksek sayıda alet ve silahlar bulunmuştur ki bunlar Homo erectusun aletlerine göre daha gelişmiştir. Neandertaller korkutucu avcıydılar ve yaklaşık 100,000 yıllık bilinen en mezarlık ile, ölülerini gömdükleri bilinen ilk insansıdır. Avrupa ve Ortadoğu bölgelerinde bulunmuşlardır. Batı avrupa Neandertalleri daha sağlam bir yapıya sahip olup bazen “klasik Neandertaller” olarak adlandırılırlar. Başka yerlerde bulunan neandertaller daha ince bir yapı sergilemektedir. (Trinkaus and Shipman 1992; Trinkaus and Howells 1979; Gore 1996)


Dinozor-kuş bağlantısına yeni kanıt

 

 

 

 

Kuşların atalarından sayılan bir türe ait fosilde dinozorlarla modern kuşlarda bulunan kimyasal maddeler tespit edildi.

 

Kuşların ilkel atası Archaepteryx'in fosilleşmiş kanatlarında, bazı kimyasal maddelerin izlerinin bulunduğu bildirildi. Uzmanlar bu maddelerin varlığının, dinozorlarla kuşlar arasındaki evrimsel bağa yeni bir kanıt oluşturduğu kanısında.

Amerikan Bilimler Akademisi (PNAS) dergisinde yayımlanan araştırma, Amerikalı ve İngiliz paleontologların, 19. yüzyılda ortaya çıkarılan 150 milyon yıllık Archaepteryx fosilinde Archaepteryx'in kanatlarından gelen kimyasal maddelerin izlerine rastladıklarını belirtiyor.

Araştırmaya göre paleontologlar, ilkel kuşun fosilleşmiş kemiklerinde çinko, bakır ve modern kuşların kanadında da bulunan az miktarda fosfor ve kükürt tespit etti.

Bilim adamları, fosfor ve kükürdün kuşların sağlığı için gerekli olduğunu, çinko ve bakırın da kuşların besinlerinin içinde yer aldığını belirtiyor.

Bu maddelerin Archaepteryx fosilinde bulunmasının, evrim zincirinde bu ilkel kuşla dinozorlar arasındaki bağı kanıtladığı ifade ediliyor.

Archaepteryx fosilinin ABD'nin California eyaletindeki Stanford üniversitesinde x ışınlarına tabi tutulduğunu söyleyen ve araştırmayı kaleme alan Dr. Roy Wogelius, "Bugüne dek, hep kuşlarla dinozorlar arasındaki fiziksel bağdan söz ediyorduk, şimdi de aralarında kimyasal bağ bulduk" diye konuştu.




Haberi YazdırYazdır Haberi YollaYolla | Arşive Ekle Yaşam 

 

Evrim izlerine en yeni kanıt

Evrim izlerine en yeni kanıt
Gogonasus fosili Melbourne Müzesi'nde bir ay boyu sergilenecek. FOTOĞRAF: AFP
20/10/2006 (1865 kişi okudu)

SYDNEY - Batı Avustralya'da, 380 milyon yıllık Gogonasus isimli balığın fosili bulundu. Balığın kafatasında, kafasının üzerinden nefes almasını sağlayan geniş delikler bulunuyor.
Araştırmacılar, adaleli yüzgeçlerinde insan kolundaki dirsek ve ön kol kemiğine benzer yapılar bulunduğunu belirlediği iskeletin, balıkların sanılandan çok daha önce kara hayvanlarının karakteristik özelliklerini taşımaya başladığını gösterdiğini açıkladı.
Gogonasus'u 'omurgalı evrimindeki kayıp ipucu' olarak tanımlayan araştırmacı John Long, fosilin kara hayvanlarının oluşumuna yol açan balık türüne ait, dünyadaki ilk mükemmel ve eksiksiz iskelet olduğunu söylüyor. Bu yılın başında suda yaşayan canlılardan kara canlılarına geçişte 'kayıp halka' olan 375 milyon yaşındaki balık türü Tiktaalik'in bulunduğu duyurulmuştu. Long, Gogonasus'un balığı daha fazla andırdığını açıkladı.
Evrimle ilgili bir gelişme de, evrim teorisinin yaratıcısı Charles Darwin'in çalışmalarının bundan böyle internet yoluyla da takip edilebilecek olması. www.darwin-online.org.uk adresinde henüz arşivin tamamı yer almıyor ancak iki yıl içinde tüm materyaller siteye eklenecek. (afp, aa



ATLARIN EVRİMİ

 


 

Yanıt: At, evrimi en iyi bilinen türlerden biri
Fosiller, bize atın evriminin çok karışık bir yol izlediğini ve kökeninin milyonlarca yıl öncesine, Eosen'e kadar uzandığını göstermektedir. Özellikle Kuzey Amerika'da bol miktarda bulunan fosiller, atların buradan türediğini, daha sonra Asya'ya geçtiğini, Amerika'da kalanların Pleistosen'de salgın bir hastalık nedeniyle ortadan kalktığını kanıtlamaktadır. Bugün Amerika'da yaşayan atlar daha sonra Avrupa'dan getirilen atlardan üretilmiştir.

Fosiller, bize atın evriminin çok karışık bir yol izlediğini ve kökeninin milyonlarca yıl öncesine, Eosen'e kadar uzandığını göstermektedir. Özellikle Kuzey Amerika'da bol miktarda bulunan fosiller, atların buradan türediğini, daha sonra Asya'ya geçtiğini, Amerika'da kalanların Pleistosen'de salgın bir hastalık nedeniyle ortadan kalktığını kanıtlamaktadır. Bugün Amerika'da yaşayan atlar daha sonra Avrupa'dan getirilen atlardan üretilmiştir.

Fosillerin incelenmesinden anlaşıldığı kadarıyla, atın evriminde belirli bir yol izlenmiş; fakat bu yolda birçok dallanmalar ortaya çıkmıştır. Bu yan dalların birçoğu doğal seçme ile ortadan kaldırılmıştır. Atın evriminde birinci derecede üyelerin ve dişlerin, aynı zamanda vücut büyüklüğünün değiştiğini görüyoruz.

Görsel: Bir köpek büyüklüğünde Hyracotherium, atların atalarına dair bulunan 55 milyon yıl yaşındaki en eski fosildir.

Atın filogenisinde ilk hayvanın köpek büyüklüğünde Eohiphus (= Hyracotherium) olduğunu biliyoruz. Bu hayvanın ön ayağında iş görür durumda 4, arka ayağında 3 parmak vardır. Ön ayakta bir, arka ayakta iki körelmiş parmak bulunur. Bu, bu hayvanın beş parmaklı bir atadan köken aldığını göstermektedir. Körelen parmaklar 1. ve 5. parmaklardır. 44 dişi vardır. Dişlerin taç kısmı kısa, kök kısmı uzundur. Bugünkü attan farklı olarak orman içerisinde ve çevresinde yaşamaktaydı. Bu nedenle dişleri, genç dalları öğütecek şekli kazanmıştı. Devrin diğer memeli hayvanlarından, ormanın tenha yerlerine kaçarak kurtulmuştu. Orta Eosen'de Orohippus'un molar dişleri biraz daha gelişmiştir. Üst Eosen'de Epihippus yaşamıştır. Vücut büyüklüğünde gittikçe artma görülür.

Görsel: Mesohippus

Evrimsel hat üzerinde ikinci bir gelişim Oligosen'de Mesohippus'un ortaya çıkmasıdır. Vücut, büyük bir koyun kadar olmuştur. Her iki ayakta üçer parmak bulunmakla birlikte, orta parmaklar diğerlerine göre daha fazla büyüyerek vücudun yükünü çekmeye başlamıştır. Üst Oligosen'de ayakları biraz daha değişmiş Miohippus görülür. Miyosen'in başında Moryhippus, orta Miyosen'de Parahippus ve Hypohippus görülür. Bu hayvanlarda orta parmak vücudun tüm ağırlığını çekmekle birlikte, diğer iki parmak da dıştan görülebilir. Molar dişler daha düzleşmiştir. Dolayısıyla artık ormanlık yerlerde değil, açık arazi ve çayırlıklarda yaşamaktadır. Kafatası ileriye doğru uzamış, göz çukurları geriye doğru çekilmiştir. Erken Miyosen'de hayvanın büyüklüğü 90 - 120 cm'e ulaşır. Bu devirde Miohippus'dan ayrılan bir dal daha sonra ortadan kalkan Anchitherium'a evrimleşmiştir. Anchitherium erken Miyosen'de Avrasya'ya göç ederek Pliyosen'e kadar Çin'de bilinen türlere köken olmuştur.

Görsel: Miohippus

Geç Miyosen'de Pliohippus ortaya çıkmıştır. Bu hayvan, at özelliklerinin birçoğunu kazanmıştır. Her ayakta tek bir parmak vardır; diğerlerini kalıntı halindeki kemiklerden anlıyoruz. Bu ayak tipi değişmeden günümüze kadar gelmiştir. Dişler ise çiğnemeye daha iyi uyum yapacak hale gelmiştir. Bu hayvan da iki ayrı evrimsel çizgi göstermiştir. Birincisi, daha sonra ortadan kalkan Hipparion, diğeri ise Pleistosen'de bugünkü atların cinsini meydana getiren Equus'dur. Hipparion'un görülmesi Avrupa ve Asya'nın büyük bir kısmı için Miyosen - Pliyosen sınırını belirlemek için indikatör olarak kullanılır. Hipparionlar Pleyistosen'e kadar Afrika'da bulunmuştur.

Görsel: Pliohippus

Evcilleştirilmiş ata, yani Equus cabellus'a köken olan atasal tür konusundaki bilgilerimiz tartışmalıdır. Zamanımızda yaşayan "bilinen" tek yabani at Moğolistan'daki Equus prezewalskii'dir. Bu hayvanın yüksekliği 120 cm olup, boz renkli, büyük başlı, küçük gözlü ve kısa kulaklıdır. Evcilleştirilmiş atla yavru meydana getirebilir. Evcil atın atası olma olasılığı zayıftır. Gerçek yabani atlar Amerika'daki atlardır. Amerika'nın bulunuşundan kısa bir süre önce, bilinmeyen bir nedenle (belki bir hastalıktan dolayı) ortadan kalkmıştır. Amerika'da bugün yaşayan yabani atların atası, İspanyollar tarafından getirilen Avrupa kökenli atlardır. İnsanlar mağara devrinde atları besin için avlamışlardır. Daha sonra Mısırlılar araba çekmede kullanmışlardır. Arap atlarının iskeleti diğerlerinden biraz farklı olduğu için (kafatasında fazladan bir şaft bulunur, kuyruk daha az omurlu, ön üyede küçük bir kemik var) farklı bir kökenden geldiğine inanılmaktadır. 60 milyonluk bir süre içerisinde gelişen atın, daha sonra yapay çaprazlamalar ve islahı sonucu daha iri, daha uzun üyeli ve daha güçlü ırkları elde edilmiştir. Bu arada uyum yapamayan birçok yan dal ise tamamen ortadan kalkmıştır.

Anadolu'ya atların girişi üç farklı zamanda üç farklı grupla olmuştur: Erken Miyosen'de Anchitherium, Geç Miyosen'de Hipparion, Pleyistosen'de Equus.

Evrime bir türlü inanmak istemeyen belirli bir kesim, atasal çizgisi, birçok fosil bulguyla oldukça iyi izlenebilen atın evrimine bile itirazdan kaçınmamaktadır. Hangi fosili getirirseniz getirin bu kesim, bu fosilin neresi ata benziyor diyecektir. Nitekim, kuşlar ile sürüngenler arasında geçiş formu olarak bilinen Archeopteryxlere bile, bu fosilin neresi kuşa ya da sürüngene benziyor diye itiraz etmektedirler. Esasında, kolaycı düşünmeyi, kestirme yolu en başarılı yol olarak belleyen bu kesim, bir gecede bir türden diğer türe geçmiş olan bir evrimleşmeyi talep etmektedir. Evrim, bir populasyonun niteliğinin, çevre koşullarına göre değişimidir. Daha iyi anlayabilmek için, bir merdivenin basamaklarından yavaş yavaş çıkarken her basamakta bir miktar değişen bir canlıyı düşünün. Özünde, bir basamaktaki bir canlıyı hemen bir kategoriye oturtmak olanaksızdır. Bu nedenle, yukarıda italik ve siyah harflerle yazılmış olan, her biri atın geçmişindeki bir süreci ya da onun yan kolunu simgeleyen cinsler ya da türler, belirli bir aralıktaki tanınabilir ve ayrılabilir özelliklerin bir araya getirilerek adlandırılması demektir. Bir kesinti değil, bir sürekliliğin tanınabilir bir kesimidir. Dolayısıyla, bulunan her fosil, bu arada Türkiye'de de çeşitli kazılarda bulunan çok sayıda fosil, bugünkü atlarla akrabalıkların eksik basamaklarını tamamlamaktadır. Belirli dönemlerde farklı yerlerde bulunan fosiller arasında, büyüklük başta olmak üzere bazı farklar olması, bu evrimleşme zincirinin en zayıf halkası olarak ileri sürülmektedir. Unutmamak gerekir ki (Havva ile Adem'den yani tek bir çiften tüm insan soyunun türediğini ileri sürenler!) günümüzde 80 cm boyunda yaşayan insan toplulukları da vardır, boyu 180 cm'den başlayan insan toplulukları da; bunların hepsi insandır. Atların evriminde de bu farkların olması biyolojik bir zorunluluktur ve birçoğu yan kollar olarak da adlandırılmaktadır.

 

Son zamanlarda, Türk insanını ve dini bütün kesimi bilim yarışında yenik düşürebilmek için - bilimden uzaklaştırmak amacıyla ortaya konan senaryoya uygun yayınlarda, belirli bir çizgiye uymayan fosiller bulunduğu sık sık vurgulanarak ve bazı insanların kaynağı, doğruluğu belirlenemeyen beyanları (önemli gibi gösterilen) bilimsel bir gerçekmiş gibi sunularak, kafaların bulandırılması amaçlanmaktadır (Doğrusu bunda da başarılı olduklarını söyleyebilirim). Bu sapmalar, evrimsel işleyişin kaçınılmaz bir olgusudur; bir populasyonda belirli ölçülerde sapmış bireylerin bulunması evrimsel gelişmenin lokomotifidir. Evrim düz bir hat halinde sürse de yan dallanmalar kural olarak her zaman olmak zorundadır. Bu yan dallar, başarısız ise elenirler ya da zamanla ana dal haline dönüşebilirler. Malum çevreler, bilim adamlarının at fosillerini daha çok arama ve bulma arzularının, bu hat üzerindeki süreçten kuşku duydukları için değil, çeşitliliğin ortalama değere nasıl dönüştüğünü daha iyi değerlendirme arzusundan kaynaklandığından habersizdirler. Bulunan at fosillerinin farklılıkları, onların geniş alanlara, zamanlara ve koşullara uyumu ile ilişkili bir durumdur.

Gelecekte bulunacak fosillerle bu adlandırmaların ve atın evriminin izlediği varsayılan yolun değişmesi de bilimin kaçınılmaz bir gereğidir. Belirli bir zaman önce tek toynaklı bir atın ya da karmaşık yapılı başka bir canlının ortaya neden çıkmadığını ya da çıkamadığını, bunun için uzun bir süre neden beklendiğini ve anlaşılmaz fosiller diye takdim edilen birçok canlılının bu süreçte neden yer aldığını, anti - evrimcilerin açıklaması gerekir. Bu, biz bilimciler için gerekli değil, biz zaten bu yolun akışını ve nasıl işlediğini kavramışız; bu önerimiz, anti - evrimcilerin kendilerini sorgulamaları için sadece...

 

 

 

Hyracotherium

Dogmatik düşüncenin durağanlığına bir bakış

Yanlışa saplandığını anlayamayanlara ve bu yanlışı değiştirmeye yanaşmayanlara bu nedenle dogmatikler denir. Atın evrimini bunca fosile rağmen kabul etmeyen topluluklar, biyolojik zenginliklerin üzerinde oturmalarına karşın, kendilerine özgü ekonomik türleri de ıslah edemeyen topluluklardır; çünkü çeşitlenmeyi ve değişimi başından reddetmişlerdir. Zaten, son zamanlarda Türklere ve Müslümanlara yönelik, anti - evrim aracının tüm olanakları devreye sokularak - kullanılması da, bu sinsi planın bir parçasını oluşturmaktadır.

Dogmatik düşünenlerin bütün fosiller bulunsa da, moleküler, yapısal halkalar açıklansa da, yine reddetmek için bir şeyler bulacaklarından kuşkumuz yoktur. O zaman, bu fosillerin neden böyle bir değişikliğe uğradığının açıklamasını hep doğa bilimcilerden beklemesinler; kendileri açıklamaya çalışsınlar. Bu kesimlerin binlerce yıllara dayanan deneyimleri, kullandıkları geniş olanakları (bugün de) vardır. Belki başarırlar...

Açıkça, fosilbilimi ya da biyolojiyle yakından ilişkisi olmayan birinin de kendine özellikle şu soruyu sorması gerekir: Atın sadece bir toynağı kullanılıyorsa, ki bugün gözlediğimiz atlarda durum böyledir; gerçek bir toynak gibi işlev görmeyen ve yapısı itibarıyla toynaklara benzeyen diğer uzantıların burada bulunma nedeni ne olabilir? Eğer bu yapılar atın ayağına destek olması ya da başka bir amaç için kullanılıyorsa, dış görünüşünün toynak gibi olmasının anlamı nedir; kaldı ki embriyolojik gelişmesi de bu uzantıların geçmişte bir toynak olduğunu göstermektedir. Kaldı ki, oldukça bol fosille temsil edilen atın geçmişindeki bu tedrici değişimi, toynak uzunluğunda, vücut büyüklüğünde, diş yapısında adım adım izlemek olasıdır. Yeter ki gördüklerimizi yorumlama yetisini geliştirmiş, dogmanın bataklığından kurtulmuş olalım.

Türkiye'de bulunan at fosilleri: Yakından inceleyebilirsiniz...

Türkiye'de bulunan Equidae ailesine ait fosil cins ve türler ile, bulundukları lokaliteler aşağıda verilmiştir. Öğrenmek ve anlamak isteyenler bu fosilleri ilgili kurumlarda izin alarak görebilir, hatta inceleyebilirler.

MTA Doğa Tarihi Müzesi'nde, Manisa - Eşme, Ankara - Kalecik - Çandır, Ankara - Kazan - Sarılar Köyü - İnönü 1. Seviyesi'nden Anchitherium, Ankara - Kızılcahamam - Çalta'dan Hipparion heintzi, Ankara - Kazan - Yassıören - Sinaptepe'den Hipparion ankyranum, Uşak - Eşme - Akçaköy - Muğla - Akgedik - Bayırköy'den Hipparion matthewi, Manisa - Eşme'den Hipparion mediterraneum, Ankara - Kızılcahamam'dan Hipparion crassum ve Ankara - Kazan - Sarılarköyü, Afyon - Sandıklı - Garkın'dan Hipparion fosillerini görmek mümkündür.

Ali Demirsoy

Kaynak:

Bilim ve Gelecek, Sayı 38

SSS - Yaratılışcılara Cevaplar

 




ALINTI
http://evrimianlamak.org/e/Evrim101:Mikroevrim

Mikroevrim

Bir zamanlar Eski Dünya'dan Kuzey Amerika’ya getirilen serçeler zamanla buranın iklimine uyarlandılar, sivrisinekler küresel ısınmaya tepki olarak evrildiler ve böcekler böcek ilaçlarımıza karşı direnç geliştirdiler... Bunların hepsi mikroevrimin, yani küçük ölçekteki evrimin örnekleridir.

Burada etkisini doğrudan gözlemlediğimiz birkaç örneği inceleyerek mikroevrimi keşfedeceksiniz.

İşe kesin bir tanım yapmakla başlayabiliriz.

Evrim101 36 1.gif

 

Mikroevrimin tanımı

Mikroevrim küçük ölçekte, tek bir popülasyon içinde gerçekleşen evrimdir. Bu, görüş alanımızı daraltıp yaşam ağacının tek bir dalına odaklanmamız anlamına gelir.

Yaşam ağacının bir dalına, örneğin böceklere, yakından bakarsak, birbirinden farklı tüm böcek soylarını birbirine bağlayan başka bir soyoluş görebiliriz. Kınkanatlıları temsil eden dalı seçip yaklaşmayı sürdürürsek, bu kez de farklı kınkanatlı türlerini birbirleriyle ilişkilendiren bir soy ağacı ile karşılaşırız. Kınkanatlı popülasyonları arasındaki ilişkiyi görene dek yaklaşmayı sürdürebiliriz. Bu olayı görmek için aşağıdaki düğmeye tıklayın.

 


Peki ama popülasyon seviyesine ulaştığımızı nasıl anlarız?

Popülasyonun tanımı

Hayvanlar söz konusu olduğunda popülasyonun ne olduğuna karar vermek gayet basittir. Popülasyon, birbiriyle eşleşebilen, yani aynı gen havuzunu paylaşan organizmalar grubudur. O zaman bizim örneğimizdeki kınkanatlılar için popülasyon, belli bir dağın tepesinde yaşayan ve birbirine eş olma potansiyeline sahip bir grup bireydir.

Çiftleşme potansiyeli doğada bir popülasyonun sınırlarını belirler.

Evrimin bu bölümünü araştıran biyologlar, evrimi bir popülasyonun gen sıklığındaki değişim olarak tanımlar.

Mikroevrimsel değişimi ortaya çıkarmak

Mikroevrimi, bir popülasyonun gen sıklığındaki değişim olarak tarif etmiştik. Popülasyonu da ortak bir gen havuzunu paylaşan bir canlılar grubu, örneğin belirli bir dağın tepesinde yaşayan bir kınkanatlı türüne ait bireylerin tümü, olarak tanımlamıştık.

Varsayalım bu yıl dağın tepesine gidip kınkanatlı örnekleri topladınız ve bu popülasyondaki genlerin %20’sinin kahverengi, %80’inin de yeşil renk sağladığını belirlediniz. Sonraki yıl dağın tepesine geri dönüp işlemi yinelediniz ve bu sefer yeni bir oran buldunuz: %40 kahverengi geni ve %60 yeşil geni.

Evrim101 38 1.gif

Mikroevrimsel bir örüntü ortaya çıkardınız: yani gen sıklığında bir değişim. Gen havuzunda zaman içinde bir değişim olması o popülasyonun evrildiği anlamına gelir.

Asıl önemli soru ise bunun nasıl meydana geldiğidir.

Mikroevrimin mekanizmaları

Mikroevrimsel değişime neden olan birkaç temel yol vardır: mutasyon, göç, genetik sürüklenme ve doğal seçilim. Bunların hepsi bir popülasyondaki gen havuzunu doğrudan etkileyen süreçlerdir.

Bir böcek popülasyonunda kahverengi genlerinin sıklığında bir artış, yeşil renk genlerinin sıklığında ise bir azalma gözlemlediğinizi düşünün. Mikroevrim mekanizmalarından birkaç tanesi bir araya gelip bu örüntüye yol açmış olabilir ve bilim insanının görevlerinden biri de bu mekanizmalardan hangilerinin bu değişime yol açtığını ortaya çıkarmaktır.

Mutasyon

Bazı “yeşil genler” gelişigüzel bir şekilde “kahverengi genlere” dönüştüler. Mutasyonlar genellikle çok ender görüldüğü için, bir kuşakta ciddi boyutlarda meydana gelen alel sıklığı değişimlerinin nedeni tek başına bu süreç, yani mutasyon olamaz.)

Evrim101 39 1.gif

Göç (ya da gen akışı)

Kahverengi genlere sahip bazı böcekler başka bir popülasyondan bu popülasyona göç ettiler, ya da yeşil renk geni taşıyan bazı böcekler, bu popülasyondan dışarı göç ettiler.

Evrim101 39 2.gif

Genetik sürüklenme

Böcekler ürediklerinde şans eseri, yeşil gene sahip yavruların sayısı kahverengi gene sahip yavrularınkinden daha fazla oldu. Aşağıdaki şekilde, kahverengi gen yavrularda (%29) ebeveynlere (%25) göre biraz daha yüksek sıklıkta ortaya çıkıyor.

Evrim101 39 3.gif

Doğal seçilim

Kahverengi genlere sahip böcekler avcılardan daha iyi kaçmış ve hayatta kalıp yeşil genli böceklere göre daha sık üremişler, böylece bir sonraki kuşağa daha fazla kahverengi gen aktarmışlar.

Evrim101 39 4.gif

 


Evrimsel Kanıt Tanık Sandalyesinde

Masum olduklarına dair çok güçlü kanıtlar olmasına rağmen altı tıp çalışanı Libya mahkemeleri tarafından ölüm cezasına çarptırıldı. Bir Filistinli doktor ve beş Bulgar hemşirenin işlediği iddia edilen suç ise gerçekten korkunç. Al-Fateh hastanesinde HIV virüsü salgınından sonra, Libya hükümeti sanıkları 426 çocuğa HIV virüsü bulaşmış kanı bilerek vermekle suçladı. HIV virüsü şimdiden 50 çocuğun ölümüne yol açtı. Kurbanların ve sanıkların aileleri kızgın ve çekişme gittikçe artıyor. İlk duruşma yapıldı ve daha pek çok duruşma yapılması bekleniyor. Peki ya bilim? Bilim kanıtlar hakkında ne diyor?

Evrim nerede?

Pek çok bağımsız kaynak sanık doktor ve hemşirelerin suçsuz olduğunu ileri sürüyor. Salgının geçmişi, çocukların birden fazla hepatit virüsü ile enfekte olması (kullanılmış iğnelerin tekrar tekrar kullanılması) ve diğer güvenli olmayan tıbbi uygulamalar gerçek suçlunun hastane olduğunu göstermektedir. Diğer bir nokta da, bir çocuğa, sanıklar tutuklandıktan sonra, HIV virüsünün bulaşmış olmasıdır. Şimdi ise, sanıkları temize çıkaran daha fazla kanıt gün ışığına çıkmaktadır ve bu kanıtlar da evrim ile ilgilidir.

HIV virusleri de, tıpkı bakteriler, meyve sinekleri, çiçekli bitkiler, insanlar, ve diğer canlılar gibi evrim geçirmektedir. Bununla birlikte, bu değişik türdeki organizmaların evrimsel değişim gösterdikleri zaman çizelgesi de farklıdır. Yüksek mutasyon oranları ve kısa nesil süreleri nedeniyle, HIV virüsleri örneğin meyve sineklerinden çok daha hızlı bir şekilde evrim geçirmektedir. Bir meyve sineği, yerleştikleri beş ayrı tropikal adada beş ayrı türe yüzbinlerce yıl içinde ayrılırken, beş ayrı insan üzerindeki HIV virüsleri beş ayrı gelişim çizgisine bir yılda ulaşabilir.

Ayrı adalara yerleşip farklı türlere evrimleşen meyve sinekleri gibi, ayrı insanlara yerleşen HIV virüsleri de

farklı evrim aşamaları geçirirler.

Eğer süreci izlemekte binlerce yıl veya birkaç ay gecikirsek, evrimsel çeşitlenmeyi gözlemleme şansını elde edemeyiz. Ancak arkalarında bıraktıkları genetik ipuçlarından geçmişte neler olduğunu anlayabiliriz. Zaman içinde tüm torunlar ve özellikle de virüsler, kimi yararlı, kimi biraz zararlı, kimi de etkisiz mutasyonlar geçirmektedir. Etkileri ne olursa olsun, tüm bu mutasyonlar, torunların geçmişini kayıt altına almakta, genomun işaretlenmiş yol haritasını göstermekte, ve torunların evrimsel geçmişinin değişik noktalarını göstermektedir. Bu yol haritası HIV virüsü örneğinde, virüsün nereden geldiğini, ne kadar yaşlı olduğunu ve potansiyel olarak, kurbanın vücuduna ilk nereden bulaştığını gösterebilir.

Bu ay, ölüm cezası istenen davanın bitiminden önce, biyologlar Libyalı çocukları etkileyen HIV virüsünün evrimsel geçmişini incelemelerinin sonucunu yayımladılar. Biyologlar, Libyalı çocuklara bulaşan HIV virüsünün DNA yapısını ortaya çıkarıp bunu diğer pek çok HIV virüsü ile karşılaştırdılar ve bu dizilerden mutasyonları tespit ederek virüsün evrim ağacını yeniden oluşturdular. Ağaç, çocuklara bulaşan virüslerin birbirine yakın – hastaneye bulaşan tek bir HIV virüsünün pek çok hastaya geçerek yaygınlaşmasıyla ortaya çıkmış olduğu düşünülen tek bir aileden geldiğini göstermiştir. Ayrıca biyologlar, virüslerdeki genetik değişimin miktarına bakarak farklı virüs nesillerinin ne zaman birbirlerinden türediğini – tıp çalışanlarının bunu başlatmış olamayacaklarını ikna edecek şekilde gösteren bir kesinlikte – ortaya çıkarmışlardır. Tıp elemanları, hastaneye Mart 1998′de gelmişlerdir. Eğer, bu çalışanlar hastanede işe başladıktan sonra virüsü çocuklara bilerek vermiş olsalardı, çocuklardaki virüslerin Mart 1998 tarihinden itibaren değişmeye başlamış olmaları gerekirdi (Senaryo 1). Oysa, biyologlar, çocuklardan aldıkları virüs orneklerinin aile ağacını ortaya çıkardıklarında, ulaştıkları sonuç bu değildi. Aşağıda, ikinci senaryoda gösterilen sonucu bulmuşlardır. Çocuklara bulaşan virüsler, tıp elemanlarının oraya ulaşmasından daha önceki bir tarihte değişmeye başlamışlardı.
Moleküler Saat
Biyologlar virüsün çocuklara ilk hangi tarihte bulaştığını nasıl buldu? DNA’nın belirli bazı parçalarında, mutasyon güvenilir aralıklarla (örneğin yılda bir) ortaya çıkmaktadır ve bu da mutasyonları zaman göstergesi olarak kullanma olanağı vermektedir. DNA’da ne kadar fazla mutasyon varsa ortak atasından o kadar önce ayrıldığını ortaya koymaktadır.

Virüslerin soyoluşu (filogenez), sadece çalışanların masum olduğunu değil, aynı zamanda virüsün nereden geldiğini de göstermiştir. Soyoluş analizleri virüsün batı Afrika’da sıkça bulunan bir virüs ailesinden geldiğini göstermiştir. Pek çok batı Afrikalı, Libya’ya iş bulmak için gelmektedir. Olası ki, virüs hastanede tedavi olmuş enfekte bir çalışan veya onun çocuğu tarafından, hastaneye kaza eseri bulaştırılmış ve enfeksiyon buradan yayılmıştır.

Böylece, HIV salgınının evrimsel geçmişi, diğer kanıtlarla birlikte (örneğin, hastanedeki tıbbi işlemlerin yapılış şekli), suçlanan doktor ve hemşirelerin masum olduklarını göstermiştir. Batı Afrikalı göçmenlerden gelen virüs, suçlanan sanıkların hastaneye gelişinden çok önce değişim geçirmeye başlamış ve hastaneye yayılmıştır. Bu kanıtlara rağmen, sanıklar ölüm cezasına çarptırılmıştır. Avukatlar temyize başvurmuş olup politik baskıların, kanıtların yargıçlar tarafından tekrar değerlendirilmesine yol açacağı umulmaktadır.

[Bu yazı Berkeley Üniversitesinin Evrim ile ilgili sitesinden alınmıştır.
İnsangillerin gelişim zincirine yeni bir halka daha

Kaynaklar: http://herc.berkeley.edu, http://science.orf.at

Etiyopya’da 4,2 milyon yıllık yeni hominid (insangiller) kalıntıları bulundu. Bu kalıntılar daha önceleri yalnızca Kenya’dan biliniyordu. Bilim adamlarının tahminlerine göre bu kalıntılar “Lucy”nin de dahil olduğu insan türüne ait. Modern insanın soyu bu iki türe uzanıyor gibi.

Kaliforniya Berkeley Üniversitesi’nden ünlü paleoantropolog Tim White ve çalışma arkadaşları, Etiyopya’nın Afar bölgesindeki Orta Awash vadisinde 4 milyon yıldan daha eskiye tarihlenen, yeni insan kalıntıları buldu ve aratırma sonuçları Nature dergisinde yayımlandı

Tim White ve arkadaşları uzun yıllardır bu bölgede çalışıyor ve fosil avcılığı yapıyor. İnsan evriminin tarihinin, bu bölgede çalışan çok sayıda antropolg tarafından yeniden yazıldığı araştırmalarda, daha önce de yine Amerikalı ve Fransız araştırmacılar çeşitli insan fosili kalıntıları bulmuştu..

Bölgede bulunan yeni fosiller, bilim adamlarına Australopithecus’un kökenini araştırmak ve izini sürmek için yeni ipuçları veriyor.

Söz konusu yeni kalıntılar, Australopithecus anamensis’in en eski temsilcilerine ait.

Yeni kanıt kabul edildi

4 milyon yıldan daha öncesine tarihlendirilen fosil kalıntıları, insan evriminin belirgin bir kanıtı olarak kabul edildi..

Fosiller anatomik açıdan fosiller, Ardipithecus ramidus’un eski temsilcileri ve Australopithecus afarensis’in yeni örnekleri arasında yer almakta.

Üç tür de, Orta Awash’taki kazı alanındaki üst tortul tabakalarından biliniyor. Geçmişleri altı milyon yıla kadar uzanan hominid fosilleriyle, Afar bölgesi insan evriminin en uzun zincirini yansıtır.

Yeni Australopithecus anamensis kalıntıları, Etiyopya’nın başkenti Addis Abeba’nın yaklaşık 230km kuzey doğusunda yer alan Orta Awash’daki araştırma bölgesinde, Aramis ve Asa Issie alanlarında gün ışığına çıkarıldı.

Üst çene kemiği
/_newsimages/1409306.jpg
Üzerinde dişler bulunan üst çene kemiğinden oluşan birinci kalıntı Etiyopyalı fosil koleksiyoncusu Alemayehu Asfaw tarafından 1994 yılında yukarı Aramis’te bulunmuştu. Bazı dişlerin ve bir çene kemiğinin ortaya çıkarıldığı son kazılar Aralık 2005 tarihinde Asa Issie de yapılmış.

Aramis’in 10km batısındaki Asa Issie’de bulunan kemikleri inceleyen jeologlar, jeokronoloji uzmanları ve paleontologlar, bölgedeki fosillerin Aramis’te bulunan Ardipithecus ramidus’dan 300.000 yıl daha yeni olduğunu saptadılar.

Ekip, Asa Issie’deki fosil yatağının hemen altındaki volkanik tabakalardan alınan örnekleri tekli kristal argon/argon (Ar/Ar) lazerli ısıtma yöntemi ve tortulların manyetik kutupluluğunu ölçerek 4,1 milyon yıllık bir tarih çıkardılar.

Bu tarihi, fosil kalıntılarının biyokronolojik analizleri de desteklemekte.

Japonlar da inceledi

Yeni kemiklerin ve dişlerin anatomisi Tokyo Üniversitesi’nde karşılaştırmalı anatomi yöntemleri ve micro-CT taramasıyla ayrıntılı bir şekilde incelendi.

4,1 milyon yıllık fosil kalıntıları, anatomik ve kronolojik olarak 4,4 milyon yıllık Ardipithecus ramidus (Aramis’in alt tabakaları) ve 3.0-3.6 milyon yıllık Australopithecus afarensis’in arasında yer almakta.

Ardipithecus ve Australopithecus anamensis de gerçi Australopithecus’lar gibi iki ayak üzerinde yürüyordu, ama insansı maymunlara daha çok benziyordu. Ancak ilk defa zamansal olarak birbirini takip eden üç türün aynı yerde bulunması nedeniyle, fosiller büyük bir önem taşımakta. Son fosil kalıntıları öte yandan Australopithecus anamensis’in dört milyon yıl önce yaşadığını kanıtlaması açısından da önemli.

Doğrudan atası

Australopithecus anamensis, birçok bilim insanı tarafından Australopithecus afarensis’in doğrudan atası kabul edilmekte. Nitekim, iki türün Orta Awash stratigrafisinde üst üste korunagelmiş olması da bu değerlendirmeyi doğrulamakta. Australopithecus anamensis ve daha ilkel olan Ardipithecus ramidus’un ilişkisi ilk olarak Orta Awash’ta 1994 yılında saptanabilmişti. hominid kalintilari yeni 1

Ardipithecus ramidus’un bilinen en eski temsilcileri 5,8 milyon yıl öncesine ait. Bunlar da Australopithecus gibi modern insanın (Homo sapiens) ilkel ataları olarak kabul edilmekte. Ancak bunları ilkel maymunlar olarak da sınıflandıran bazı bilim adamları var.

Son buluntularla ilgili araştırma yazılarını Nature dergisinde (Nature, Sayı 440, s.883, 13.4.06) yayımlayan bilim adamları, son ilişkiyi daha farklı bir biçimde değerlendiriyorlar.

Araştırmacıların sunduğu iki alternatif hipotez, kalıntılarla da uyumlu.

İki hipotez

Birinci hipotez, Australopithecus’un bundan 4.4 ve 4.1 milyon yıl önce doğrudan doğruya ve hızlı bir şekilde Ardipithecus ramidus’tan geliştiğine dayanmakta. İkinci hipoteze göreyse Ardipithecus ramidus’un soyu, Australopithecus ile aynı zamanda tükenmiş.

Bu hipotezin kontrol edilebilmesi için diğer buluntu yerlerindeki diğer fosillere ihtiyaç duyulmakta.

Sonuçta şimdiye dek bilindiği kadarıyla, Ardipithecus ve Australopithecus aynı tabakada görülmemiş.

Dişlerin analizi sonucunda da araştırmacılar son derece önemli bilgiler edindiler. Australopithecus anamensis daha büyük dişleri nedeniyle, bir hepçildi ve sık sık yaşanan kuraklık dönemleriyle daha iyi başa çıkabiliyordu.

Daha önce bulunanlar/_newsimages/1409308.jpg

Orta Awash’ta Australopithecus anamensis’in araştırıldığı alan, insan evriminin en uzun bölümünü yansıtan bir bölge. Burada altı milyon yıl öncesine kadar tarihlenen ve üstü üste bulunan 12 farklı tabakada tam 248 hominid insangiller- örneği bulundu.

Araştırma ekibinin daha önceleri bulmuş olduğu ve yeniden değerlendirdikleri hominidler şunlar:

Homo sapiens sapiens: Yaklaşık olarak 80.000 yıllık insan kafatası mezolitik dönem aletlerle birlikte Aduma da bulundu.

Homo sapiens idaltu: Herto’da ortaya çıkarılan üç kafatası anatomik olarak modern insana yakın insanların burada 160.000 yıl önce yaşadıklarını gösterdi.

Homo erectus: Bouri Daka’da Aşölyen taş aletlerle birlikte bulunan Homo erectus’un üç uyluk kemiği ve kafatasının üst kısmına ait bir parça bir milyon yıl öncesine tarihlendirildi.

Australopithecus garhi: Australopithecus’un 2.5 milyon yıl önceki bir türü olan bu hominid, Bouri Hata’da erken taş alet üretimi ve büyük hayvanlarının kesilip parçalanmaya başladığını gösteren kanıtlarla birlikte bulundu.

Australopithecus afarensis: “Lucy”nin de dahil olduğu bu türe ait 3.4 milyon yıllık dişler, çene ve baldır kemiği Maka’da bulundu.

Ardipithecus ramidus: Bugün artık bir düzine hominid örneğiyle temsil edilen 4.4 milyon yıllık bu tür Aramis’in ormanlık alanında ortaya çıkarıldı.

Ardipithecus kadabba: Çad ve Kenya’da bulunan örneklerle benzer zaman dilimlerine ait 5.7 milyon yıllık hominid Orta Awash’ın batı kayalıklarından çıkarıldı.

Australopithecus anamensis: /_newsimages/1409307.jpg

Çok maymun, az insan: Doğu Afrikalı, 4,2 ile 3,9 milyon yıl öncesi. Bu fosil, maymun ile insana benzer özellikler taşıyordu. Kafatası milyonlarcça yıl önce yaşayan maymun insanlara benziyor. Buna karşılık, ayakları çok daha sonra ortaya çıkan insan benzerlerini andırıyor. Büyük bir olasılıkla dik yürüyordu.

Australopithecus afarensis: /_newsimages/1409309.jpg

Ailesi olan insansı. Doğu Afrika. 3,9-3 milyon yılları arasında. İnsansıların ilk ata anası olduğu ileri sürülen Lucy, Etiyopya bölgesinin maymunlarındandı. 207 iskelet kemiğinden 47’si ele geçirildi. 13 benzeri daha bulundu. İlk aile kuran, ailesi olan insansı sayılıyor. Tanzanya’da bulunan 69 ayak izi, dik yürüdüğünün kesin kanıtı.

Kenyanthropus platyops: /_newsimages/1409310.jpg

Gizli dolu düz kafalı insansı. Doğu Afrika, 3,5 milyon yıl önce. “Düz yüzlü Kenya insanı”nı paleoantropolog Meave Leakey ve arkadaşları, Turkana Gölü’ kenarında buldu. İskeletini insansı öncesi fosiller arasında saydılar. Bazı bilim adamları da düz yüzün aslında parçalanmış olabileceğini belirtiyor ve fosilin sınıflandırılmasının zor olacağını düşünüyor.

Australopithecus africanus:/_newsimages/1409311.jpg

Avcı değil av oldu! Güney Afrika’da 3-2,3 milyon yıl önce yaşadı. Australopithecus türleri gibi iskelet yapısı inceydi orman bölgelerinde yaşardı, hızlı koşamadığı için vahşi hayvanlardan ağaçlara tırmanarak kurtulurdu.

Paranthropus boisei:
/_newsimages/1409312.jpg
Cevizkıran!
 2,1-1,1 milyon yıl önce Doğu Afrika’da yaşadı. Bize daha yakın insansılarla karşılaşmış olmalı. Çiğneme dişleri ve kasları güçlüydü, kırıcı dişi vardı, arka dişleri ile en sert çekirdekleri bile kırabilirdi. Buna rağmen, soyu tükendi ve ondan bugüne uzanan bir nesil yetişmedi.

Homo rudolfensis: /_newsimages/1409313.jpg

İlk insan, Doğu Afrika’da 2,5-1,8 milyon yıl önce yaşadı. Büyük kemikli geniş ve düz yüzlüydü. İnsanoğlunun ilk temsilcisi sayılır. Keskin taşlarla hayvanları parçalar ve besin kaynağı yaratırdı. Bunun yanısıra bitkilerle de beslenirdi.

Homo habilis:
/_newsimages/1409314.jpg
Alet yapan insansı
. Doğu Afrika, 2,1- 1,6 milyon yıl önce. Bu “yetenekli insan” pek de insana benzemiyor henüz. Derin göz çukurlu alnının ardında 650 cm küplük beyni var. 1,40 metre boyunda ve Afrika kıtasının güneyine yayılmıştı.

Homo erectus:
/_newsimages/1409315.jpg
Keşifçi
; Afrika ve Asya’da yaşadı, 1,8 milyon- 40.000 yıl öncesi. Moden insanın akrabası. Boy 1.65 cm. Tabii ki dik yürüyordu ve ayrıca alet kullanmayı beceriyordu, ateşi keşfettiği ve içinde yaşayacağı doğal malzemelerden, otlardan vb kulübeler yaptığı biliniyor. Yaşadığı bölgenin dışındaki dünyayı keşfetme merakı vardı. Asya’da en eski yaşam izi 1,8 milyon yıl öncesine gidiyor.

Homo neanderthalensis:
/_newsimages/1409316.jpg
İnsanoğlunun baş rakibi
, Avrupa ve Önasya’da, 200.000-27.000 yılları arasında yaşadı. Homo sapiens, yani bizlerin kuzeni sayılıyor. 1.60 boyunda 80 kg ağırlığında. Tarihçiler bizlerin ortaya çıkışıyla onlarla belirli zamanlarda ortak bölgeleri ve zamanı kullandığımızı belirtiyor. Kasları güçlü, kemik yapısı iriydi. Avcı olup etle besleniyordu. Bu türün neden kayıp olduğu bilinmiyor. Bir teoriye göre, bizler daha çabuk çoğaldık ve onlara yaşam alanı kalmadı..

Kaynak:

http://www.hurriyet.com.tr/bilim/4294766.asp?gid=50


Konu: İzmirli profesörlerin büyük buluşu...


Dünyada ilk defa tanımlanan 2 yeni sucul canlı türüne 'Megamphopus katagani' ve 'Dikerogammarus istanbulensis' adı verildi. Canlılardan ilkinin deniz ortamında, ikincisinin ise tatlı su ortamında yaşadığı tespit edildi. Boyu 3 milimetre olan 'Megamphopus katagani' türü Marmara Denizi'nin Çanakkale Boğazı

 

girişinde bulundu.

Boyu 15 milimetre olan 'Dikerogammarus istanbulensis' türü ise İstanbul Silivri'de tespit edildi. Her iki canlı da karideslerin uzak akrabaları olan 'Amphipoda' grubuna ait. Ege Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Su Ürünleri Temel Bilimler Bölümü Başkanı Prof.Dr. Özdemir Egemen ve Doç.Dr. Murat Özbek, 2003 yılından bu yana çalışma yaptıklarını ve bugüne kadar 21 farklı tür bulduklarını, 2011 yılında gerçekleştirdikleri bu çalışma ile de 2 yeni tür daha keşfettiklerini, bununla birlikte dünya literatürüne kayıt edilen toplam 23 sucul canlı ortaya çıkardıklarını belirtti. aha da artacaktır" dedi

Evrimin kanıtları (Mantık)

 


Aşağıda evrimin kanıtlarından birkaçını ve yaratılışçıların tartışmaktan hoşlanmadığı bazı konuları listeledim.

1) Köpeklerin fazlalık parmağı
Köpeklerin ayağının arka üst kısmındaki o küçük uzantı nedir? Hiç bir işe yaramadığına göre bu parçanın varlığının sebebi nedir? Allahın gereksiz yere böyle bir uzantıyı yaratması mi daha mantıklı bir açıklamadır, yoksa bu uzvun artık ise yaramadığı için evrim surecinde yok olmakta olan beşinci bir parmak olması mi? Nitekim, kurtların, kedilerin ve kaplanların da ayni uzvu vardır.

2) Parmaklarımız
Mesele şu ki, 5 tanedir. Bu da bizi memeliler sınıfına sokar. Tüm memelilerin kol veya kol yerine gecen uzuvlarında 5 parmak veya parmak kalıntıları bulunmaktadır. Tipik 5 parmak yapısına tam uymayan canlılarda fosil kayıtlarına bakarak bu sayıdaki azalmayı gözleyebiliyoruz. (Örneğin atlarda). Fakat prensip ayni. Memelilerin 5 parmağı vardır. Bunu gerektiren doğru dürüst bir sebep olmadığı durumlarda bile. Örneğin neden balinaların yüzgeçlerinin altına gömülmüş 5 kemik uzantısı bulunur? Neden yarasaların açıkça beş uzantıyla ayrılmış kanatları bulunur? Bunların dizayn benzerliği olması mi daha iyi bir açıklamadır, yoksa Tüm memelilerin ortak bir atadan gelmesi mi? bazı memeliler bu 5 parmağın tümünü hala kullanır, bazıları birkaçından kurtulmuştur, bazıları ise hala ise yaramayanları taşımaktadır. (Örneğin yunuslar).

3) Yılanların ve balinaların kalça kemikleri
Boa yılanı, piton yılanı ve kor Yılanların tümü vücutlarına gömülmüş, tamamen ise yaramaz birer bel kemiği artığına sahiptir. Ayni zamanda balinalar da. Niçin bir yaratıcı böyle yaratıkların vücuduna o yaratıkları için tamamen ise yaramaz olan ve tamamen bel kemiğinin evrimsel bir kalıntısı gibi görünen böyle kemikler koymuştur? Ayrıca piton ve boalarda pençe artığı birer kişim da bulunmaktadır.

4) Tavukların ayakları
Tavukların ayaklarının alt kısmi tüyle örtülü değildir. Pullarla örtülüdür. Eğer bu Tavukların reptil atalarından kalma bir kalıntı değilse nedir?

5) Erkeklerin memeleri
Allahın erkeklerde hiçbir işe yaramayan memeler ve bu memelerin altında meme dokusu yaratmasının ne sebebi olabilir? Hele de önce Adem’i yarattığı ve Havva’yı sonradan ona es olsun diye yarattığı düşünülürse. Bu meme dokusu ergenlikte uygun hormonsal sinyali almadığından erkeklerde hiçbir zaman is gören gerçek memelere dönüşmez. Bunun cinsiyetin yasam suresi boyunca değişebilir olduğu ilkel atalarımızdan kalma bir evrimsel kalıntı olması mi daha olası bir açıklamadır (nitekim bazı balık ve reptil türleri normal ömürleri boyunca birkaç kez cinsiyet değiştirirler), yoksa allahın insanları böyle ise yaramaz parçalarla donatmış olması mi? Ayrıca kötü tasarımın bir başka örneği: Niçin testisler vücudun içinden (kadınlarda yumurtalıklara karşılık gelen yerden) aşağıya, normal bölgelerine inmek zorundadırlar? (Ki nitekim bazen inmeyip sağlık sorununa yol açarlar).

6) Kör mağara balığı
Neden mağaralarda yasayan bazı balık türleri ve diğer tür canlıların işlev görmeyen gözleri vardır? Evrim sureci kör islediği için böyle tuhaflıklara yol açabilir ama bilinçli ve sonsuz güçlü bir yaratıcıdan beklenecek şeyler midir bunlar?

7) “Plantaris” kası
İnsan bacağının alt kısmındaki “plantaris” kası maymunlarda ise yarayan bir kastır. Tüm ayak parmaklarının bir anda esnemesini sağladığından ayakları kullanarak ağaçlarda daldan dala atlarken faydalıdır. İnsanlarda ise yok olmaya yüz tutmuştur. Ayak parmaklarına kadar ulaşmaz bile, “Achilles tendon”una kadar inip yok olur. İnsanlarda bu kasın bulunmasının mağmumlarla bir akrabalık haricinde mantıklı bir açıklaması aklınıza geliyor mu?

8) Köpek dişleri
İnsan vücudunun evrim olmadan doğru dürüst açıklanamayacak bir başka özelliği köpek dişleridir. üst Köpek dişlerimizin kökleri diğer dişlere göre çok daha iridir. Örneğin maymunlarda bu dişlerin iriliği daha da belirgindir. Fakat bizlerde bile elinizi dişetinizde gezdirdiğinizde bu gereğinden iri kökleri far kedersiniz. Daha ilkel türlerden evrimleşme haricinde bunun daha tutarlı bir açıklaması aklınıza geliyor mu?

9) Ensenin arkasındaki tüyler
Neden insan korktuğunda ensesinin arkasındaki tüyler diken diken olur? Evrimsel biyolojiye göre bu memeli atalarımızdan kalma bir tepkidir. diğer memeliler (kedileri düşünün) tehlikeli durumlarda tüylerini kabartırlar. Bu hayvani daha iri ve korkutucu gösterir. Biz belli ki bu sinyali çoktan terlettik, fakat geriye korktuğumuzda ensemizde oluşan bu etki kaldı.

10) Kuyruk Sokumu
Röntgende veya bir iskelette incelendiğinde kuyruk kalıntısı gibi görünür. Günümüzde kesinlikle hiçbir işlevi yoktur ve Eğer bu kemiğinizi kırarsanız büyük ihtimalle allahın neden böyle gereksiz ve baş belası bir organı yarattığını merak edersiniz.

11) Doğum anormallikleri
Zaman zaman kuyruklu veya vücudu tüylerle kaplı bebekler doğar. Kuyruklu Doğum pek çok kişinin zannettiğinden çok daha yaygın bir olgudur ve karşılaşıldığında hemen cerrahi müdahaleyle kuyruk alınır. Çocuğa ise genellikle birsek söylenmez. Kürklü insanlara ise bir örnek meşhur Meksikalı bir ailedir. Bu kişilerin pek çoğu sirkte çalışmıştır.

Ayrıca, bir not olarak sunu eklemek gerekir ki, yaratılışçıların imrendiği, herkesin dine inandığı o eski günlerde bu tur Doğum anormalliklerinde, Örneğin çocuk kuyruklu doğduğunda, bu çocuklar şeytanin çocuğu kabul edilir ve hemen öldürülürdü. Tabi anneleri de onlarla birlikte. (Cadı oldukları için).

12) Apandist
Apandist gibi hiçbir ise yaramayan bir organ niye vardır? Bir faydası olmadığı gibi, zaman zaman iltihaplanarak hayati tehlikeye sokan sorunlara da yol açmaktadır. Bunun artık ise yaramayan evrimsel bir artık olması dışında, yaratılışçıların yapabileceği tutarlı bir açıklama var mıdır?

13) İşe yaramayan genler
Bu genler 1994’te keşfedilmiştir. Bunlar artık işe yaramayan fakat DNA ile birlikte fazlalık bir yük olarak taşınan gen artıklarıdır. Ayrıca zaman içinde değişirler. Nesilden nesile taşınırlar. Ayrıca evrimsel soyağacı çıkarmada da çok faydalıdırlar. İki organizmanın en son ortak atası birbirinden ne kadar uzaksa bu iki organizma arasındaki ise yaramayan genlerin ortaklığı da o ölçüde az olacaktır. Şempanze ile insanin ise yaramaz genleri karşılaştırıldığında farklılık çok azdır. Bir kemirgeninkiyle karşılaştırıldığında daha fazla, bir tahıl ile karşılaştırıldığında ise çok daha fazladır.

14) C vitamini
İnsan bünyesi C vitaminine ihtiyaç duyar. Eğer düzenli bir biçimde bu vitamini almazsak iskorbit hastalığına yakalanır ve zaman içinde ölürüz. İnsan bünyesinde C vitamini üretmek için gerekli gen yukarıda bahsettiğimiz ise yaramaz genlerden biridir. Halbuki Örneğin Köpeklerin bünyelerinde bu aynı gen iş görür ve köpekler kendi C vitaminlerini kendileri yaparlar. Dışarıdan almaya ihtiyaç duymazlar. Acaba tanrı neden köpekleri daha fazla sevmiştir bu konuda? Eski yüzyıllarda uzun deniz yolculuklarına çıkan gemiciler bu hastalıktan ölürken gemideki köpeklerin basına bir şey gelmemiştir. Eğer bu olay evrimsel süreçteki kör rastlantı sonucu değil, bilinçli bir tasarım urunu olarak oluştuysa, belli ki allah gemi yolculuğuna çıkacağını bildiği kullarını değil, gemideki köpekleri kollamayı tercih etmiştir.

15) Insulin
Günümüzde seker hastalarının kullandığı Tüm insulin genetik mühendisliği yoluyla genlerinde değişiklik yapılmış E.coli bakterisi (ki bu bakterinin normalde yasadığı yer insan kalın bağırsağıdır) yoluyla üretilir. gerçek insan genleri rekombinant teknikleri kullanılarak bakterinin DNA’sı içine katılmıştır. Böylece bu bakteriler bildiğimiz insan insulini üretirler. Öyle gözüküyor ki bizi insan yapan biyokimyasal yapıyla mikropları mikrop yapan biyokimyasal yapı aynıdır ve görüldüğü gibi birbiriyle kolayca değiştirilebilmektedir. Bu biyokimyasal bir ortaklıktan başka ne anlama geliyor olabilir sizce?

16) Göz
Göz denen organ söz konusu olduğunda yaratılışçılar önce tipik söylemleri olan göz gibi bir organın basitten karmaşığa gelişemeyeceği, yarım bir gözün hiçbir ise yaramadığını falan söylerler. Fakat Darwin’in bile o zamanlar gözlediği göz gelişiminin çeşitli aşamalarındaki canlılar bunu çürütmekte ve tam tersi evrim lehine delil üretmektedir. birkaç tane ışığa duyarlı hücreden, fincan seklinde fakat merceksiz reseptörlere, oradan insan gözünden çok daha keskin kartalların gözüne kadar çeşit çeşit gelişmişlik düzeyinde göz bulunmaktadır doğada. Yarım gözle veya 1/100’luk gözle yasayan pek çok canlı bulunmaktadır doğada, Günümüzde bile.

Ayrıca, insan gözü, bir mühendislik hatasıdır! Retinanın içi dışı terstir. Sinirler ve kan damarları Retinanın ışığa duyarlı kısmından geçerek bir kör nokta oluştururlar ve ışık reseptörü hücrelerinin önünde dağılırlar. Böylece ışık bu fiberleri geçip reseptörlere ulaşmak zorundadır. Neden sinirler ve damarlar reseptörlerin arkasında değildir? Böylece yoldan çekilmiş olurlardı ve bir kor noktamız olmazdı. Örneğin mürekkep baliğinin gözleri öyledir. Evrim elindeki materyalle çalışmak zorunda olduğundan, ancak eldeki mevcut sistemi kullanabilir adapte olmak için. İşte bu durum bu tür tuhaflıklara yol açabilir. Mutlak bir yaratıcı böyle bir hata yapar mıydı? Hele de daha önce yarattığı canlılarda bu hatayı yapmamışken.

17) Mikroorganizmalar
Mikroorganizmalar niye vardır? Bunların yaratılmasının mantığı nedir? Ayrıca Nuh’un gemisine mikroorganizmalar nasıl alınmış ve yerleştirilmiştir? (Nitekim şayisiz mikroorganizma vardır dünyada ve pek çoğu ancak belli ortamlarda yasar).

18) İnsan embriyosu
İnsan embriyosu, gelişme sürecinde, özellikle çok küçükken kuyruğa ve balık pulu benzeri pullara sahiptir. Tüm memeli, kuş, reptil, amfibi ve balık embriyoları da öyle. Embriyonun gelişim sürecini herhangi bir biyoloji kitabından kare kare izlerseniz, bunu kendi gözlerinizle görebilirsiniz. Embriyonun gelişimi adeta canlılar arasındaki evrim tarihinin bir özetidir.

19) Yirmilik dişler
Çoğu kişinin ağzı yirmi yaş dişlerinin tam olarak çıkmasına izin vermeyecek kadar küçüktür. Bazılarında bu dişler hiç dışarı çıkmaz, bazılarında ise örneğin üsttekiler çıkıp alttakiler çıkmaz (ya da tersi) ve bu yüzden bu dişleri çiğneme için kullanamaz pek çok kişi. Pek çok kişide bu dişler çürümeye ve ağız problemlerine yol açmaktadır. Öyleyse, ya bu dişler evrimsel bir kalıntıdır, ya da yüce yaratıcı tuhaf bir is yapmış ve ağzımıza bu hiçbir işe yaramayan ve sadece dert kaynağı olan fazlalık dişleri koymuştur.

20) Ani irkilmeler
Her insanin zaman zaman yasadığı ani irkilmelerin veya uykudan irkilerek uyanmaların sebebi nedir? Evrimin güzelliği böyle ilgisiz görünen konuları bile açıklayabilmesidir. Örneğin evrim biyolojisine göre bu tur irkilmeler ağaç dallarında uyuduğumuz zamanlardan kalma evrimsel bir tepkidir. Denge hissinde olan en ufak bir değişiklik veya çevredeki bir ani hareket, bizde bu ani irkilmelere sebep olmakta ve Eğer uyuyorsak uyandırmaktadır. Peki yaratılışçılığın bu irkilmeler için açıklaması nedir? Daha doğrusu “Allahın işine akıl sır ermez” sözünden başka bir açıklamaları var midir?

21) Fosiller
Fosiller yaratılışçıların her zaman başını ağrıtmıştır. Her şeyden önce, soyu tükenmiş türlerin mükemmel bir yaratım ürünü olan bir evrende isi yoktur. Ayrıca bir diğer sorun da, fosillerin çok fazla çeşit ve sayıda olmalarıdır. Yaratılışçılar, soyu tükenmiş canlılara ait yorum yaptıklarında genellikle çok komik duruma düşmektedirler.

Örneğin yaratılışçılar tarafından bu konuda yapılan birkaç yorumun örneği:

Dinozorlar çok büyük olduklarından Nuh’un gemisine sığmadılar ve çamura gömülüp Öyle olup kaldılar. (Dinozor cağının çok daha küçük yaratıklarına ne demeli peki? Hem hani Nuh bütün canlılardan birer çift almıştı gemisine?)

Soyu tükenmiş canlılar Nuh’un gemisindeydi, fakat sonradan öldüler. (Acaba Nuh Seismosaurus ve T-Rex gibi devasa dinozorları gemisine nasıl sığdırdı?)

Fosiller canlı kalıntısı değildir. şeytanin veya materyalist bilimin uydurması olan şeylerdir.

Fosiller canlı kalıntısı değildir, tanrı tarafından inancımızı sınamak için yaratılmış şeylerdirler.

Açıklama yapmak zorunda bırakıldıklarında yaratılışçıların ağzından bu konularda çıkabilecek iddiaların içeriğine bir bakin, sonra da gelin evrime saldırırken gösterdikleri sofistike performans ile karsılaştırın. Evrime saldırırken bilimsel görünen ve moleküler biyolojiden, vs örnekler veren bireylerin, son derece basit sorulara gelince nasıl saçmalayabildiğini görmek insana hayret veriyor.

22) Geçiş fosilleri
Yaratılışçıların cahil olanları basitçe “Ara Geçiş formu yoktur” deyip çıkarlar işin içinden. Konuyla ilgili daha fazla okumuş ve muazzam sayıdaki fosil bulgusunun birkaçından haberdar olan biraz daha fazla bilgi sahibi yaratılışçılar ise, kademeli geçişi gösteren örneklerde bile sadece bir noktada çizgi çekip, örneğin şu taraf insan, şu taraf maymun der çıkar işin içinden. Eğer bir başka fosil daha bulunur ve tam bu iki bölgenin arasına denk gelirse, bunu sadece alt ya da üst gruptan birine dahil etmekle yetinirler. Gelişimin aşamaları ne kadar açıkça görünüyor olursa olsun, geçiş görmemekte direnir ve ara geçiş fosili eksiğinden yakınmaya devam ederler. A ile C arasında geçiş formu olmadığını söylerler. Bir süre sonra B bulunduğunda, bu sefer, A ile B ve B ile C arasında ara geçiş formu olmadığını söylemeye başlarlar. Ne kadar örnek getirirseniz getirin bu onları tatmin etmeye yetmez, çünkü ara geçiş formu olmadığını baştan kabul etmişlerdir. İsin komiği değişik yaratılışçı uzmanlar, örneğin insan ile maymun arasındaki çizgiyi değişik noktalarda çekmektedirler.

Çakal benzeri bir yaratık balinaya dönüşemez derler, fakat hemen ardından bilim adamları Ambulocetus, Pakicetus, Prozeuglodon ve pek çok diğerlerini çıkarır.

Kertenkeleler kanat geliştirip kuş tüyü çıkaramazlar derler, ardından Archaeopteryx bulunur. Tabi bunun sahte olduğunu iddia ederler. Ama hemen ardından Protoavis, Sinornis, Hesperornis ve Ichthyornis gelir.

Evrimcilerin tüm kara canlılarının denizden çıktığını söylemesine karşılık, nerede ara formlar diye sorarlar, karşılarına Eusthenopteron, Panderichtys ve Acanthostega getirildiğinde bunu görmezden gelirler.

İnsan ile maymun arasında geçiş yoktur derler, ardından Lucy örnek verilir (Australopithecus afarensis), fakat bunu beğenmez, başka geçiş formları sorarlar. Sonra A. ramidus, africanus ve H. Habilis ve Erectus getirilir örnek olarak, aşamalı geçişi gösteren her örnekten sonra, o örneği bir tarafa (insan ya da maymun) dahil edip başka örnek istemeye devam ederler.

Tabi bunlar yaratılışçıların biraz daha işin içinde olanlarının yaptıkları. Yaratılışçılığa inanan pek çok kişinin bu bulgulardan haberi bile yoktur.

23) İnsan Gen haritası
Gen haritası projesi DNA’mızı daha eski türlerden miras aldığımızı kanıtlamıştır. Reptillerle, böceklerle, bakterilerle, solucanlarla ve balıklarla ortak genler paylaşıyoruz. Çok sayıda işe yaramaz DNA’ya sahibiz ve bunun tek açıklaması bu DNA’ları miras aldığımız ilkel türlerdir. Tüm bilim adamları bu bulgulardan emindir.


Bu örnekler sayı olarak çoğaltılabilir. Evrimin kütüphaneler dolusu kanıtı vardır derken kafadan atmıyoruz. Daha bu yukarıdakilerden binlerce yazılabilir. Fakat bu kadar örnek bahsettiğimiz noktayı göstermek için yeterlidir. O da evrimin bir gerçek olduğu, “Evrim Teorisi”nin adına hala teori denmesine rağmen (“İzafiyet teorisi” gibi) aslında artık bir bilimsel gerçek olduğu ve bilim dünyasında işin gerçekten içinde olan hiçbir uzmanın artık bundan şüphesi olmadığı konusudur.

Amerikan NAS (National Academy of Science-Ulusal Bilimler Akademisi)’nin ünlü evrim-yaratılışçılık mahkemesinde bilirkişi raporu olarak sunduğu, tümü nobel ödüllü bilim adamları tarafından yayınlanan bildiri ve buna dayanarak mahkemenin evrimci kanat lehine karar vermesi bunun bir göstergesidir.

Evrimi bilim adamları tartışmaz. Daha doğrusu bilim adamları evrim var midir, yok mudur diye tartışmaz. Evrim nasıl olmuştur diye tartışır. Evrimin var olup olmadığını tartışanlar hala dinin etkisinden kurtulamamış, evrime karşı çıkarak farkında olmadan bilime, gelişmeye ve uygarlığa karşı çıkan, içlerinde iyi niyetli ve halk için iyilik yaptıklarını zanneden, fakat bu uğurda, topluma ve insan uygarlığına en büyük kötülüğü yaptıklarının ve gerilik, karanlık çağ, ilkellik,cahillik ve despotluğa yol açtıklarının bilincinde olmayan dinci kesimdir. 

 

 
 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol